27 Ağustos 2007 Pazartesi
benim kristalim
22 Ağustos 2007 Çarşamba
kırığım, kırıksın, kırık
akşam saat 9 gibi mehmet'le konuştum, keremo'nun ağlama sesi geliyor arka planda, ne oldu dedim. yok birşey, uyutmaya çalışıyorum diye cevapladı. ondan sonra taa saat 11'e kadar telefonunu da açmadı, beni de aramadı. çok huzursuzlandım ve oturamadım yerimde, doğumhane kapısında bekleyen baba adayları gibi evin icinde volta attım durdum.
ertesi gün cuma, keremo anne kolumu sardırdım ben dedi, ağrımasın diye. nasıl yanı dedim, film çektiler dedi, üç hafta sonra açacağız dedi de ben senaryo yazdığını düşünüp kendimi ferahlattım. çünkü benim böceğim bir kaç hafta evvel babasının işyerinde bulduğu yarabantlarını, ayna olmaksızın tam orantılı bir halde burnuna yapıştırmış, bir kaç bant üstüste olunca burun koccaman olmuş. bizim böcek " iyi oldu, annemi korkuturum " diye plan yapmış... eve gelmelerini pencerenin arkasında bekliyordum zaten, palyaço burnunu görünce sokak kapısına nasıl gittim, nasıl kucaklayıp n'oldu burnuna sızlanmasına başladım hatırlamıyorum. bizimki yavaşça bantları kaldırdı ve " şaka yaptıııım " diye sırıttı. mehmet " annen korkar " demiş, " birşey olmaz, birşey olmaz, bayılsa bile sonra kalkar " cevabını almış. yine beni korkutmak istediğini sandım, inanmadım eee yalancı çoban hikayesini bilen adamız.
cumartesi hala huzursuzum ama, nihayet'i aradım, bizim yeğen. nasıl ağlıyor. nasıl... " yenge çok kötü birşey oldu " dedi. ben senkronize iptal. çocuk anlatmaya devam etti; annem üzüm toplarken merdivenden düştü dedi. annesine üzülmem konunun içinde keremo adının geçmemesinin bir saniye sonrasında başladı. " annem,bak kafasını vurmamış, ortopedik rahatsızlık geçer, merak etme " vesair sakinleştirme cümleleri söyledim. sonra cesaret edip keremo'yu sordum, aslında annesi bunca ağır vaziyetteyken utanaraktan. babası, annesi, mehmet, hasan, inci ve benim minik kuzum hep beraber gitmişler hastaneye. hemen onları aradım, keremoyu buldum, konuştum, anne ben iyiyim, halam düşerken kenara çekildim dedi. benim kolum acımıyor dedi. hasan'la konuştum, kerem niye kolundan bahsediyor dedim. yaramazlık yapmasın diye onun kolunu da sardık dedi. çok inandırıcı gelmese de yutturdum kendime, felaket senaryosu yazmamak için. pazarı zor ettim, yola çıkmalarını ve bir an evvel gelmelerini istiyordum çünkü.
saat altı yedi gibi evde oluruz dediler yolcular, ama akşam dokuzda hala kimse yok. on oldu, onbir oldu, saat onbir buçukta geldiler. hemen kucağıma geldi benim kuzu kuzu meeeem. mehmet " koluna dikkat et " diye fısıldadı bana, aaaa bir baktım kol alçıda.
meğer perşembe günü akşamüstü saat beş gibi varmışlar adana'ya, ilçeye daha doğrusu. saat yedi gibi de kuzu kuzu me, kuzini esra ile koşuştururken, spaydırmen atlayışı yaparken evin içindeki mermer çukura düşmüş. evin içinde nasıl çukur olur demeyin. bizde anlamadık. hemen hastaneye koşmuşlar, adana merkez'e gidin demişler. saat dokuzda ağlayan ses, yolda kolunun verdiği acıyla gözyaşı döken kuzumunmuş. bu kısma kadar bir sorun yok, normaldir, olur böyle şeyler diyeceksiniz biliyorum. ama bilmediğiniz devamı...
bir hafta sonra pazar günü bir farkettik ki keremo'nun alçısı kırık, muhtelif yerlerden... hemen hastaneye götürdük, yeniden alçıya aldılar. böylece ikinci alçı dönemimiz başladı. ama az sürdü. yeniçeriler kazan kaldırınca bir kaç gün içinde yeniden alçı kırıldı tabi. hemen koştuk aynı hastaneye;üçüncü alçı dönemimizi başlattık. o da uzun sürmedi, zaten ne öyle ikinci, üçüncü? çok itici.. keremo'da öyle düşünmüş olacak ki; ikinci haftayı devirdiğimiz perşembeden bir gün sonraki cuma günü bir baktık ki alçı yine kırık. şaka gibi. yine aynı hastaneye gittik. doktor pek bir şaşırdı. nasıl kırıyor ki? birşey le mi vuruyor filan diye sordu, bilmediğimizi söyledik. sanıyorum kıt anne baba şeklinde nitelendirdi bizi, ses çıkarmadı. alçıyı hazırlamaya koyuldu. hımm, oniki, yirmidört, hımm yok bunu da kırar şeklinde kendi kendine mırıldandı. birkaç dakika sonra alçıyla beraber yanımıza geldi, alçıyı kola oturttu ve
" normalde çocuklara kırmasınlar diye oniki kat alçı yaparız, bu otuzaltı kat, bunu da kırarsa dogrudan guiness'e gidin " dedi.
hemşireler, hastabakıcılar ve diğer doktorlar hep beraber güldüler. biz gülmedik. bu kol şimdi çok ağır oldu, şişebilir, askıyla boynuna tutturalım dedi. ertesi gün; eczaneler, bahçelievler'deki tıbbi malzeme satıcıları ve nihayet karagül iş merkezi'nde bizim böceğe uygun boy askı bulduk. günlerden cumartesi.. dikkat edin. mehmet " bence bunu da kırar " dedi, bense artık kıramaz diye rahatım. pazar günü akşam zehra geldi bize, ertesi gün konsolosluğa gideceğiz keremo'yla. aaaa, bir baktım alçı kırık. ertesi gün hemen doktora gittik, ortopedist yok, diğer doktor alçı yapmak istemiyor. salı sabah gelin dediler. salı sabahtan gidemedik, ne yazık ki bazı işler çıktı. salı öğleden sonra annem aradı " hemen gel, bu alçısını hepten çıkarmış " dedi. uçarak eve gittim ( süpermenim ya ), öğle uykusundan kalkınca keremo, elinde koca alçıyla anneannesinin yanına gitmiş " anneanne, ben bunu yanlışlıkla çıkarttım, lütfen tekrar takar mısın ? " şeklinde talebiyle. annem aniden keremo'yu elinde bir kol büyüklüğünde alçıyla görünce paniklemiş, neee bu kolunu mu çıkarttı şeklinde. biz ailecek pek bir korkağızdır, aniden höh denilirse, pat diye karşımıza biri çıkarsa filan panik oluruz. işte aynen o panikle annem beni aramış.
bizim oraya yeni ve ultra mega lüks bir hastane açılmış, bundan önceki alçıları yaptırdığımız hastanede akşamüstü doktor kalmadığından bu yeni hastaneye gittik. lobide bir saat beklettikten sonra bizi acile almaya karar verdiler. bu arada sürekli ortalıkta bir ameliyat kelimesi dolaştığından keremo kucağımdan inmiyor ve " anne beni ameliyat mi ettirtcen? " diyip duruyor. aşağıya gitmek için bindiğimiz asansörler yukarıya çıkıyor ve görevliler " oooohoo, bu dana onikinci kata çıkacak da oradan geri dönecek, siz en iyisi boşuna dolaşmayın, burada inin başka asansöre binin " diye bizi üçüncü ve beşinci katta indirdiler. katlar bomboş, bir in bir de cin var, onlar da meşgul, top oynuyorlar. neyse efendime söyleyeyim bulduk bir asansör, ondaki yolcularda nedense giriş katına geldiğimizde inmek istediğimizi düşündüler, az kalsın dolduruşa gelip süper asansör yolculuğuna başladığımız yere dönüyorduk. acile gittik, orada da doktor yok!!! güvenlik ve sekreterya alçı yapamıyor olduğundan, içimden nahoş laflar sarfede sarfede çıktık hastaneden. önceleri alçıcımız olan hastaneye gittik, orada zaten doktor yok. çıktık devlet hastanesi bulalım diye yollara düştük.
derin bir ohhh çekerek eve yollandık ve keremo kolunun üzerine düştü. sonrası mı, yazamıycam, bu kısmı bile beni çok yordu.
bir fikir geliştirdim, şöyle ki; keremo'yu ancak ayakta durabileceği bir kafese koyacağım, uyuması gerektiğinde kafesi yan yatıracağım, yemeğini demirler arasından vereceğim, çişini filan zaten aradan kolayca yapar. arkadaşı zaptetmek için daha iyi bir fikri olan ya şimdi konuşsun ya da ilelebet sussun.
hadi öperim hepinizi, sanal olaraktan
20 Ağustos 2007 Pazartesi
hangi kapıyı çalsaaaaaaaam karşımda buruk acı
8 Ağustos 2007 Çarşamba
öfke patlaması
bazı insanlara karşı daha esneğim, bazılarına ise sıfıra yakın toleranslıyım. küçük bir kıvılcımla bana yaklaşmaları tehlikeli cümlelerimi saçmama sebep oluyor. cümlelerim sözlü canlandırılırken hiç de sizin okuduğunuz gibi masum kalmıyorlar, bilesiniz. camın kırılan yerindeki mavilik gibi değil bizzat kırığın keskinliği gibi oluyorlar. bazen fırlattığım cümlenin önüne geçip muhatabıma siper olmaya çalışıyorum, nafile. söylenen söz, atılan ok, geçen zaman geri gelmiyor.
gerçi çok pişman olduğum pek bir şey yapmadım ben hayatta, Allah çok yardım etti. koskocaman pişmanlıklarım yok geriye baktığımda. çok pişman olacağım şeyleri ( içimdeki şeytan yapmam için beni iteklese bile ) yapamadım, unutamayacağım yerleri ve insanları bırakamadım. müptelalığımı sürdürebilmek için kendimle beraber onları da sürükledim, gittiğim yerlere taşıdım. bir parçamı onlarda ve oralarda bırakmaktan daha kolay geldi. " dağınıklıktan uzak, derli toplu biri misin şimdi, madem tüm parçaların birarada " derseniz cevap veriyorum: hayır. tek kazancım çok sevdiğim birkaç yoldaşımın hala benim kulvarımda olması.
gelin görün ki bu dahi sinir katsayımı azaltamıyor. geçen gün bir arkadaşımın anlattığı gibi aşırı ( kendi normlarımıza göre aşırı ) tüketim toplumu olmamızın verdiği bir tatminsizlik, memnuniyetsizlik var. ne kadar yesek, ne kadar alışveriş yapsak da, duyargalarımızın noksanlığı beynimize " yeter " talimatının gitmemesine sebep oluyor. hepimize uyarlanamaz bir genellemedir bu demeyin, kurunun yanında yaş da yanıyor. kısa bir süre önce bir öfke patlamasına maruz bıraktım kendimi, beni dinlemeyen, dinlemek istemeyen, saygı ve zeka noksanı bir hatun kişi beni zıvanadan çıkarttı. ne demek istediğimi dinlemeden lavlar püskürtmeye başladı, sonunda da bir kaç damla timsah gözyaşıyla iyice sosladı sahnesini. ben alabora olmuş vaziyette ne diyeceğimi dahi bilemedim. onun püskürttüğü lavlar gözlerimden girip kulaklarımdan çıktı sanki. belki saç köklerimden bile hatta. neyse, efendime söyleyeyim uzunca bir zaman sakinleşemedim, sonra sözkonusu hanfendü hakkında başka şayialar duyunca anladım ki ben olmayan bir kişiliğe, namevcut bir karaktere karşı donkişotlaşmışım. donkişotlaşmamalıyım. birbirinin hayatını zehir etmeye çalışmak da herhalde insana mazoşistçe bir zevk veriyor, veyahut sadistçe bilemiyorum. çünkü birini üzdüğümün farkına varıca eşşekler gibi vicdan yaparım ben ve kendimi temize çıkaracak bahaneleri bulamamam, bulsam da yutturamam kendime. şu an anı defterime baktığımda aklıma sadece bir vaka'i vakvakıye geliyor. kendileri hala süregelen bir fenomen hemi de. bu yazıya başladığım gün o kadar asabi cüce pozundaydım ki ( aslında cüce sayılmam, boyum 160 cm, yoksa sayılır mıyım? ) şimdiyse leziz bir haftasonu ve onu takibeden bir gün sözkonusu, sinirim sinmiiiiiş gitmiş. ne yani ruh hali değişimi suç mudur? eğer öyleyse ben suçluyum arkadaş ( lar, çok kişisiniz ya, biliyorum. binlerce okuyucum var benim. öylese hep beraber; ......... )
öpüldünüz ( hepiniz ayrı ayrı ve kendi kişisel sevdikleriniz tarafından. ben hepinizi tek tek öpemem, hayır istemediğimden veya sizi sevmediğimden değil, değil mi ki sizler benim tüm kelimelerime ortak olmaktasınız, ben de kalbimde sizlere yerler ayırmaktayım, amma velakin çok vakit ayırmak lazim. ben evlenirken o kadar çok davetli vardı ki ( aranızdan orda olanlar hatırlar ) hepsini tek tek öp, o kadar uzun sürmüştü ki az kalsın uçağı kaçıracaktık ( ooooof of, lisanımız çok enteresan, bu cümleden bizim hava korsanı ve uçak kaçırma emelli insanlar olduğumuz izlenimini edinmeyin. uçağa geç kalacaktık manasında söyledim )
hayırlı işler, bol güneşler
7 Ağustos 2007 Salı
hiroshima mon amour
başlıksız
6 Ağustos 2007 Pazartesi
adana'nın yolları taştan
bir önceki yazımı okuduysanız burnumun direğinin sızladığını müsebbebimin keremo olduğunu bilirsiniz ( okumadıysanız da okumuş gibi yapın arkadaşlar ). işte o hadise burun direği değil, gönül teli titremesiymiş. minik kuşum bana seyahati boyunca telefonda " anne doktorlar film çekti, kolum üç hafta alçıda kalacakmış " diye kolunun kırıldığını anlattı da ben senaryo yazdığını düşündüm. kendileri daha evvel bir pazar günü babasıyla gittiği işyeri ziyareti dönüşü burnundaki bandajlarla yüreğimi ağzıma getirmişti. pencereden sargılı burnu görünce nasıl sokak kapısına yetiştiğimi bilemiyorum. yanına bir gittim ki; bizimki gülerek burnunun altında ve üstündeki yarabantlarını çıkarıyor. korkmamdan da o kadar keyifli ki!!! meğer işyerinde yarabantı bulunca aklına böyle bir fikir gelmiş, memoşun dediğine göre aynaya filan bakmaksızın burun deliklerinin üstüne ve burun kemiğinin üstüne bantları çekivermiş. şimdi aynı numaranın tekrarlandığını düşündüm, doğal olarak.
halamız ( melek abla ) üzüm toplamak için merdivene çıkarken en üst basamaktan aşağı düşüp dizini ( abartmıyorum 50 dikişlik ) parçalamış. keremo da merdivenin yanından kaçmış ve çok korkmuş halası düşünce. dahası halasının düştüğünü diğerlerine de o haber vermiş. hastane ve müdahale aşamalarına da refakat ettiğinden, kendi koluyla ilgili anlattıklarını hayal gücü yardımıyla oluşturduğunu sandım.
meğer koltuğun en tepesinden spaydırmen ( yapımcılarının kulaklarını feci şekilde çınlatırım ) taklidi yapmak için atlayınca direkt sol kolunun üzerine düşmüş ( üstelik kendisi solak ). gecenin onbirinde hastane bulamayıp kasabadan şehire dönmüşler. ertesi gün kontroller filan. çarşamba gece başladıkları yolculuğun ilk iki günü hastanelerde geçmiş. cumartesi de halamızın düşüşü bizimkilerin üzüntüsüne tuz biber ekmiş.
keremo dün gece döndü eve, minicik kolu sargılı sargılı halasının nasıl düştüğünü anlatıyor. çok korkmuşlar, belli. sargılı sargılı sarıldık birbirimize. naz yaptı epeyce, hiç sesimi çıkarmadım. yıkadım usulca, giydirdim. koynuma aldım, kokladım kokladım... öylece uyuyakalmışız. haziran'da bensiz seyahate gittiğinde de aynı şeyi söylemiştim; ben keremosuz kalabilecek kadar büyümemişim. bundan sonra anca beraber kanca beraber ( tam bir tekerleme canavarıyım ben, özlü söz ve de atasözü hatta. ne yapayım, böyle öğretilmişiz ). ekim'de ( inşallah ) yapmayı planladığımız ( henüz açıklamıyorum, netleşsin söylerim ) tatilimiz için hazırlıklarımıza başladık. benim açımdan; yıllardır zaten yapmayı istediğim bir yolculuğa keremo ile çıkmak ayrı bir heyecan unsuru oluşturuyor.hadi hayırlısı diyorum ve kapanış cümlemi sunuyorum; oğlum öğrendin mi; etki tepki dünyası, zemine doğru ışık hızıyla uçarsan zemin de seni otomatik kapı misali çarpar.
adana'nın yolları taştan, ortopedik sorunlar adamı çıkarır zıvanadan ( hayatımda gördüğüm en çok ortopedik probleme sahip haklı olan ülke ( bu cümle daha kısa kurulabilir miydi? ) mısır. geceleri bile farklarını yakmayan taksiler, frene basmayı bilmeyen sürücüler sayesinde o kadar çok kolu, bacağı kırık olan insan var ki, anlatamam. karşıdan karşıya geçerken ( pek çok yerde trafik ışıkları namevcut ) parapant veya bungee jumping yaparken salgıladığınız kadar adrenalin salıyorsunuz çayıra mevlam kayıra )
şu sıralar oldukça hareketli ve ilginç günler yaşıyoruz, yazıyı yazarken bile etrafımda gündem değişmekte. işbu sebeple, şu andan itibaren alıcı ve vericilerimi kapatıyorum. daha fazla heyecanı kaldıramaz bu yürek.