merhabalar,
yine uzun süre oldu yazmayalı, sebeplerim vardı, odaklanamıyordum, yazmak istemiyordum, zamanım yok diyordum. bahane bulmak serbest, bul bulabildiğin kadar.
sonra, sonra yazmak ve tarihe not düşmek isteyeceğim günler yaşandı. buyrunuz...
efocum, antalya seyahatinde başlayan nefes darlığı sebebiyle hastaneye yattı. ziyaret ettiğimde giderek düzeldiğini görüp çok mutlu oldum. taburcu olup evine çıktı. çocukları, yalnız kalmasını uygun görmedikleri için öncelikle kendi evinde refakat ettiler, bilahare oğlunun evinde nekahat dönemini geçirmeye başladı.
derken 19 ekim'i 20 ekim'e bağlayan gece keremom ile quentin adındaki arkadaşı 5 günlük kısa bir tatil için istanbul'a geldiler. pazar günü kahvaltı vs ardından yağız efe ve saz arkadaşları ile buluştular. onlara katılan bir çocuk keremo'nun şapkasını yürüterek ortadan kaybolmuş. çocuğum da "haram ediyorum, taktıkça bunu hatırlarsın" demiş. mutlu oldum, benim aksıme küfür etmeyen bir çocuğum var diye. akşam eve döndüklerinde quentin'in üstü başı kan içindeydi, parmakları hakeza, keremo'nun da parmakları. kavgaya karıştıklarını düşündüm, oysa gittikleri yerde lamba kırılmış, cam kırıkları da kesiklere yol açmış.
pazartesi günü keremo efo dedesiyle konuştu, "yapabileceğim bir şey var mı senin için efo dede" diyerek beni çok mutlu etti. ben de konuştum, sesi nefes nefese idi ama düzeliyorum diye de ekledi.
çarşamba günü efo aradı, sesi yine nefes nefeseydi, fazla konuşmadık, otuz beş saniye, sadece otuz beş saniye. arayınca toplantıdan çıktım, çok sevindim aramasına, daha iyi demek ki diye düşündüm (ne bilecektim son konuşmamız olacağını).
yine çarşamba günü keremo ile quentin yağız efe ile yine buluştular. (burada yaklaşık 2 aylık bir ara verdim, yazmaya gücüm yoktu, kelimeler boğazıma diziliyordu, anlatması zor, bugün 21 aralık, saat 01.01, yazacak gücü anca buldum, başladım) bulundukları yerden korsan taksi ile ayrılmışlar. şoför yolda insanlara nasıl uyuşturucu ve kadın tedarik ettiğini anlatmaya başlayınca, keremo ile quentin plan yapıp yoldaki bir benzincide durdurmuşlar aracı. midem kötü diye tuvalete gitmiş quentin, 5-10 dk sonra keremo taksiye geri gelip, arkadaşım kötü, sizi de bekletmeyelim, siz devam edini biz başka bir taksi ile eve döneriz deyip sıvışmışlar o araçtan. eve gelip hikayeyi anlattıklarında buldukları çözümü çok beğendim, o şoförü de bulup güzel bir benzetmek istedim, ulan bu çocuklar daha on altı yaşındalar .................. (fill in the blanks)
aynı anda bana "milano uçuşu iptal edilmiştir" diye thy'den mail geldi. uğraşa çabalaya keremo'ya bir sonraki uçağa yer buldum. quentin'in anne ve babası uzak bir denizaşırı ülkede olduklarından onlara ulaşıp, bir sonraki uçağa bilet almalarını söyleyene kadar kalan sınırlı sayıda koltuk da bitti. thy quentin'e bilet bulamıyor, bileti bir kez değiştirdiğimiz için keremo'nun bileti de iptal etmiyor durumundaydık. şahane değil mi? neyse sonunda tekrar bilet parası ödemeyi göze alıp her ikisine de roma bileti aldık, trenle milano'ya geçersiniz, yapacak bir şey yok dedik.
perşembe dışarı çıkıp eğlendiler, akşamın bir saati tramvaydan aldım onları. eve geldik. neden saat 23 gibi quentin eşyalarını toplarken bir anda "pasaportum yok" dedi. şaka yapıyor sandık. evi talan ettik, yok. ben nasıl yurtdışına çıkar diye çözüm bulmaya çalışırken, çocuk bir yandan anne babasına uçak gönderip kendisini aldırmaları için baskı yapıyordu. yok, pasaport yok ki bulasın. annesi kimlik kartı ile de çıkacağını söylemiş, çocuk rahatladı bir anda ancak pasaportla girdiysen pasaportla çıkman gerek, kimlikle girdiysen kimlikle çıkman gerek diye huzursuz ettim hemen yeniden.
o esnada yüksel dolap üzerindeki hurçların arasına, elbise dolabının arkasına bakma önerisinden bulundu. tam o anda keremo gelip "anne intikal" ne demek dedi. polisiye düşkünü ben pasaport işinin polise intikal etmesi olarak düşündüm. gitmek, yönelmek, aktarılmak oğlum derken "efo dedem ebediyete intikal etmiş anne" dedi. kalakaldım. kalakaldım... yüz elli yaşına kadar yaşama sözü vermişti bana.
tepki veremedim. anlayamadım da önce. cumartesi bir arkadaşımla buluşacaktık, ona mesaj attım, gelemeyeceğimi söyledim, ardından yakın zamanda eşini kaybeden bir arkadaşı, çilman'ı arayıp haber verdim. sonra başka bir arkadaşı, haber vermeye gerek aslında olmayan bir arkadaşı (geleceğe kayıt düşmek için isim veriyorum; zehra). hatta bu olay neticesinde onunla görüşmenin gereksiz olduğunu anladım, kuru bir "rahmet olsun" cümlesinden. halbuki kaç kez efo ile sohbet etmiştir, evinde yemeğe kalmıştır, hatta koskoca profesöre, bilim adamına, 200 bilimsel makalesi olan, hayatı boyunca hep çalışmış, araştırmış adama "king crimson, led zeppelin dinler miydiniz hocam" diye sormuş insandır, ne umuyordum ki bilmem. padişahım baban zurna çalar mıydı? zorlamamak lazım bazı şeyleri, bittiyse bitmiştir. ardından firuz'la konuştum. o da şoke olmuştu, yine de her zaman olduğu gibi metanetliydi...
o gece ne kadar ağladım, ne kadar uyudum, uyudum mu bilmiyorum. sabah çocukları alıp yola çıktım, sabiha gökçen'e. yolda quentin "cüzdanım yok" dedi, tam avrasya tüneli'ndeyken. iyice bak dedim, nasıl yok. herşeyi topladın odanda, cüzdanını da almışsındır dedim. çocuk "yok" deyip durdu. bagajı aç içerden valizine bak dedim. bagajı açamıyor quentin, keremo gülmekten, ben sinirden tarif de edemiyoruz nasıl açacağını. bir şekilde bagaj kapağını içerden kaldırdı, valizini kontrol etti, neyse buldu. bagaj iç kapağındaki dengesizlik o günden hatıradır.
havalimanına gittik, ilk güvenlikten geçeceğiz, quentin telefonunu benim çantama koydu, tam o sırada keremo "anne telefonum yok" dedi. şaka gibiydi. inanmak istemedim. "tamam siz geçin, check-in masasına gidin, ben arabaya bakıp geleyim" dedim. otopark ayrı bir binada. koşa koşa gidip telefonu arabada buldum. o sırada annem de havalimanına geldi. çocuklar kontrolden geçip gittiler. keremo iyiydi, quentin mahsun gibiydi, çok komikti ayrılmamız, yıllardır bizimleymiş gibi gitti çocuk.
gün içinde roma'dan sağ salim milano'ya ulaştılar. ulaştılar ulaşmasına da, milano'da otel yaşlarından dolayı bunları almadı. keremo arayıp "anne parkta mı yatacağız biz, 3 kişi sokakta kaldık, ne yapacağız" dedi. oğlum bunu bir challenge olarak düşün, şimdi görevin milano'da otel bulmak, hadi başla bakalım ne yapacaksın dedim. neyse güç bela buldular da ben de rahat rahat gözyaşıma dönebildim.
cumartesi sabah -şu an, iki ay sonra yazarken bile yine aynı şeyleri hissediyorum, tam 8 hafta olmuş, tam- hazırlandık, yüksel, çilman ve ben. cami bahçesinde efo ile karşılaştığım anı da unutmayacağım. kimse olmasaydı sarılıp ağlardım herhalde efom'a. onca insan arasında olmadı tabi. konuştum, dua ettim, ağladım. sanki hep yanımda olacak gibiydi. inanamıyorum hala.
mezarlığa gidecek gücü bulamadım kendimde. o kadar çok arkadaşımız geldi ki cenazeye, tanıyan tanımayan, ilginç bir alternatif aile oluşturmuş gibiydik. bir tarafta çocukları ve ahbapları, aile üyeleri uzak yakın, dğer tarafta biz. üzüntümüze ortak olmaya gelmiş herkese bir kez daha içten teşekkürler, herkesin kayıpları var, dedem ve babaannemden sonra, fahire teyzem, leylam, fazlı dayım, şimdi de efom.
cumartesi ağlayabildiğim kadar ağladım. pazar sabah mercan ile bir iş için toplandık, yüksel ve ben. evden çıkarken avi aradı, ağlamaktan konuşamadım, o da korktu ne oldu diye. yaşını duyunca normal karşıladı, ben hala normal karşılayamıyorum...
pazar akşam da gülserler ile buluştuk kadıköy'de. bir fasıl orada da ağladık tabi. bugün 21 aralık, gözyaşım dindi, ancak ne sözleri gidiyor aklımdan, ne de onu düşünmediğim bir gün geçiyor. efo ne biçim bir can yoldaşı olmuş bana.
bu yazı hiç planladığım gibi olmadı. gözyaşım da dinmemiş, yalan. pusuda bekliyormuş, bir zaafiyet anında ortaya çıkıverdi...
2017, 11 kasım, süleymaniye
2017, 6 aralık, ahşap yakma öğrenirken...
2018, 5 mayıs
2018, 8 mayıs, gülhane-arkeoloji arasındaki duvarın önü
2018, 8 haziran, dernek eflatun çay bahçesi. her iki eflatun da...
yorumsuz