giriş şeklimden mutlu olduğumu anlamışsınızdır. mutluluk göreli bir kavram, kişisel sebeplerim var şu an kendimi böyle hissetmek için. lakin çok bireysel olduğundan, kendimden kelli kimseye bir faydası olmayacağı sebebiyle paylaşma lüzumu görmüyorum. ama mutluyuuuuuuuum, kendi adıma, böylesi bir ortamda içimde pırıl pırıl güneş barındırdığım için biraz utanaraktan mutluyum. gerçi bu yüzyılda çok fazla sürmez. en iyisi galiba çok bahsetmemek. şimdi gelelim asıl konuya...başlık ile kontrast teşkil edecek bir paylaşım ile başlamak isterim. "der spiegel" dergisinin, 9 Temmuz 2016 tarihli kapağı aynen şöyle:
(muhtemelen avrupalı bir aile, endişe içinde tatilde)
herhangi bir kimsenin korku içinde olması mutluluk duyulacak konu değildir. bununla birlikte, bizim yaşadığımızın adını da yazarak mukayese imkanı vermek isterim; leben in angst!
tam dünya birlikte kirleniyor, her yerde kan kırmızı akıyor. terör tehdidinin nerede olduğu önemli değil, canlı ırkını hedef alıyor olmasıdır konu olan, insanın insan öldürme arzusu. hangi amaçla olursa olsun...
geçenlerde "racing extinction" adında bir belgesel seyrettim. yönetmen louie psihoyos neslimizin, yeryüzündeki hayatın ne denli büyük bir tehlike altında olduğunu, kaçınılmaz sonun önlenemeyeceğini, ertelemenin ise sadece kitlesel işbirliği ile mümkün olduğunu, zaman zaman kamera karşısında ağlayarak anlatıyor. izlemenizi ısrarla tavsiye ederim.
(şu an tulipa ruiz - efêmera dinliyorum. harika bir albüm. akşamın darında hem yazmak hem de biraz olsun sakinleşmek isteyenler için bire bir. lütfen dinlemeyi deneyin. notaların çoğu daha sakin olduğunuz zamanları hatırlatacak, içinde kaybolmak isteyeceksiniz, inanın)
sabah, işe gitme çabası içinde trafikte ilerlerken yanı başımda sekiz - on kişi bir kavgaya tutuştu. yumruk yumruğa, hiddetle, birbirini ezmek istercesine. oldukça sinir bozucu bir sahneydi, nasıl uzaklaştım ben bilirim. sonra tüm gün gergindim. hepimiz ne kadar sinirliyiz, patlamaya hazır bomba gibiyiz adeta. neden bir norveçli sakinliği bize musallat olmuyor? biraz huzur istemek, mezopotamya coğrafyası için lüks müdür? akşam uyumadan önce o gün yaşadığı eğlenceli anları hatırlayıp gülümsemek, ertesi gün için tatlı bir heyecan dalgası içinde uykuya dalmak bu toprağın insanının hakkı değil midir?
harbe giden
harbe giden sarı saçlı çocuk!
gene böyle güzel dön;
dudaklarında deniz kokusu,
kirpiklerinde tuz;
harbe giden sarı saçlı çocuk!
orhan veli
(anakin skywalker)
bayramlık
koyunlar, keçiler ve koçlar için
ne kadar bayramsa kurban bayramı
bu barış var ya, bu barış
cephedekiler için o kadar barış
can yücel
(mahabharata)
bazı şeyleri açıklıyorum
soracaksınız: leylaklar nerede hani?
gelincik yapraklı metafizik nerede? sözcüklerine incecik delikler açıp onları saçan yağmur nerede? kuşlar nerede hani? her şeyi anlatayım. kent dışında yaşardım, madrid dışında, çanlarla, saatlerle, ağaçlarla. görülürdü oradan kurumuş yüzü kastilya'nın meşin bir okyanus gibi. evime çiçek-evi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı duvarlarından çünkü: güzel bir evdi köpekleriyle, çocuklarıyla. hatırladın mı, raul? rafael, hatırladın mı? hatırladın mı, federico? yerin altında, hatırladın mı, balkonlarında o evin haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına. kardeşim, kardeşim! her şey o kalın sesler, tezgâhların tuzu, kabarmış ekmekler çıkaran fırın ve heykelleriyle argüelles pazarı kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde: yağ akardı kaşıklara, ayakların, ellerin derin çarpıntısı sokaklarda büyürdü, metreler, litreler, temel ölçüsü yaşamın, balık yığınları, rüzgâr gülünü bile şaşırtan soğuk güneşiyle kiremitler, patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı, domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga. bir sabah tutuştu bunların hepsi, bütün canlıları yutmak için bir sabah fışkırdı topraktan şenlik ateşleri, silah vardı artık, barut vardı artık, artık kan vardı. haydutlar geldi uçaklarıyla, yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar, takdisler dağıtan kara keşişleriyle haydutlar geldi gökyüzünden çocukları öldürmek için, çocuk kanı aktı sokaklarda düpedüz çocukların kanı aktı. çakalların bile tiksindiği çakallar, kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar, yılanları bile iğrendiren yılanlar! yüz yüze gelince bunlarla kanını gördüm ispanya'nın, kabarıyordu bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri! hain generaller: ölü evimi görün, bakın paramparça ispanya'ya: erimiş maden akıyor her evden çiçek yerine, her çukurundan ispanya'nın ispanya yükseliyor, her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor, gören bir tüfek, kurşunlar doğuyor her cinayetten, o kurşunlar günün birinde on ikisinden vuracak yüreğinizi. soracaksınız: şiiri neden düşleri anlatmıyor, yaprakları ve büyük yanardağlarını ana yurdunun? gelin görün kanı sokaklardaki. gelin görün kanı sokaklardaki. gelin görün kanı sokaklardaki.
pablo neruda
(villages of andalucia © michelle chaplow)
(civil war, spain - picasso)
bundan başka bugün sizinle paylaşmak istediğim
bir diğer konu, sermaye sahiplerinin kendileri
insanlığın da sahibi gibi görmelerinin ne denli
aşağılayıcı bir durum olduğudur. aşağılayıcı
derken proleter kesimden bahsetmiyorum,
kendileri kapitalizmin kuklası olmuş,
maddi varlık dışında beslendikleri kaynakları
olmayan kesimin durumunu kastediyorum.
kızılderili sözündeki gibi;
son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda,
son balık öldüğünde beyaz adam paranın yenmeyen
bir şey olduğunu anlayacak...