18 Temmuz 2008 Cuma

uzaylılar gerçek

bu hafta ani bir gereklilikle salı akşamı saat beşten sonra bursa'ya doğru yola çıktık; ekip ben, keremo, yüksek ve annemden müteşekkil. darıca-eskihisar'a kadar hemen hemen iki saatte varabildik. kalan mesafeyiyse birbuçuk saatte alabildik. yolda kuzu kuzu mee o kadar komik şeyler anlattı ki neşretmeden duramayacağım.

" anneeeee, yine üç sayılı hızda gidiyorsun, hemen iki sayılıya düş!!! "
" farkında mısın çok hızlısın yine "
" bence uzayda başka dünyalar da var, mesela güneşin etrafında en yakından dönen gezegende hayat olabilir veya güneşin etrafında en uzaktan dönen gezegende hayat olabilir " anneannesi " hangi gezegende mesela? " şeklinde bir soru sorunca keremo'nu cevabı; " mars'ta ". sanıyorum kendisi phoenix ile görüşüyor :-)

7 Temmuz 2008 Pazartesi

innuendo


selam size romalılar, selam size kartacalılar... ne şiş yansın ne kebap, aramız da bozulmasın. renksiz kalayım, sonsuz ataletimle sınırsız boşlukta kendime dikip gözlerimi öylece bakayım. ne romalıyım ne kartacalı, her ikisine de eşit mesafedeyim, çok uzakta, kendi yalnızlığımda, suretimle boğuşmaktayım. dün başka bir canlının ruh halini anlatma çabasıyla ne denli karışmış olduğumu ifade etmeye çalıştıysam da kimse duymadı çığlıklarımı. kalabalığın ortasında olmak, etrafında etten duvarlar olması, kendinle sadece uyurmuş gibi yaparken başbaşa kalabilmen yalnız olmadığın anlamına gelmiyor, ya da hayatına şeffaf sargılar katmıyor. Hala your blindfolds are closed, hala huzur bulmana çok var, hala yalnızlık olduğu gibi sarmış içini, kalakalmışsın sel gibi akan çoğunluğun içinde.

nasıl negatif hislerle doluyum; pek çok şeye aşırı tepki veresim var neyse ki eylemsizliğim müsade etmiyor progresif tarafımın harekete geçmesine, yalnızım, düşüncelerim kimsesiz. bana bile ait değil gibiler. kimsesiz kalmışlar otoyolun ortasında, kamyonlardan, çılgın gibi, yolu aşındırmak ister gibi vızıldayarak geçen onca taşıttan kaçamayacak kadar da yorgunlar.

inanamıyorum sadece onikibinsekizyüz gündür dünyada olduğuma, şu an ki haleti ruhiyeme bakılırsa bunca gün, onca yıl bana bir neşeli habere karşıikiyüzseksenbeş tane hüzün katmış ( bu sayıyı şimdi uydurdum, mealsizdir ). oggway kendisi inanıyor muydu acaba söylediğine " ...inanırsan olur, gerçekten inanırsan... " fazlaca ütopik bir yaklaşım, yine de benim şu an sergilediğim uzaklaşım hatta kaçarak uzaklaşım hislerimden evladır.

etrafta pek çok fenomen; euro2008 ( bu yazıya euro2008'in en cafcaflı günlerinde başlanmıştı ancak tamamlanamamıştı. gündem ne çabuk değişiyor ), vefatlar, destanlar, koşan, kaçan, yakalanan, elektrik zammı, pahalanan hayatımız, çekilmez dereceye gelen yükler, hala sayıları artmaya devam eden, kendi kendinin karesini alarak büyüyen şarkıcı ve manken takımları. çok az şeye inancım kaldı benim, kendimi iterek birkaç demirbaşımı korumaya çalışıyorum, takatim yok, cesaretim ve hevesimin ise dibine ekmek banalı yıllar olmuş. eski bir şişeyim ben, kumlar döve döve farklı kıvrımlarımı törpülemişler, herhangi bir camdan farkım kalmamış artık, kıramıyor ışığı yedi renge hiçbir kenarım, şekilsizliklerinde eski günlerini anımsatacak hiçbir şey kalmamış. karışmış diğer şişelere, renk desen aynı, zaten uzaylar da aynı. hep beraber aynı evrende dönip duruyoruz. bir süre sonra artık ben kendim bile farkımı farkedemez oluyorum. işte toplumsal ruhun temellerini de bu oluşturur; bireysellik dışarı, toplumsallık içeri. bravo bana, kazanırım bu gidişle alnımın ortasına birincilik damgasını diye düşünüyorum. olmazsa kendim basacağım bir damga kendi kendime.

neden bahsetmek için başlamıştım bu yazıya, neye döndü. dün değil evvelsi gün keremo ile babası bir gezinti yapmaya karar verdiler, herhalde üç - dört yıldır ilk kez bir cumartesi çalışmadı keremo'nun babası. göktürk-kemerburgaz civarlarında jandarma çok gereksiz bir sebepten keremo'nun babasını tutuklamış. serbest bırakmak için küçükçekmece mahkemesi'nden bir kağıt gerekiyor, jandarma salıvermiyor ki gidip o kağıdı getirsin, mahkeme de kendisi gelmeden kağıdı vermiyor. ne hoş bir tezatlar kümesi, değil mi? gidip keremo'yu karakoldan aldım. daha sonra babası da işini halledip ayrıldı ordan, neyse ki gecelemesi filan gerekmedi. o kadar sevimsiz hikayeler ki yaşadıklarımız ağzımın tadı kaçtı resmen, üzerinde iki gün geçti hala kayifsizim. konu ile ilgili keremo'nun yorumlarını yazıp kaçacağım;

- babam çok sigara içtiği için tutuklandı.
- haaa, baban sigara yasağını mı unutmuş?
- yok, unutmamış, bile bile içiyor, sonra başı derde giriyor.

- ben büyüyünce...
- ne zaman yani?
- ... hımmmm.... onsekiz yaşına gelince uçağa binip çok uzak bir ülkeye gideceğim, bir daha hiçbiriniz beni görmeyeceksiniz.
( ertesi gün, biz barıştıktan sonra )
- oğlum uzak bir ülkeye gitme kararın hala geçerli mi?
- anneee, sen de herşeye hemen inanıyorsun. ben şaka yapmıştım!...

- ben hayvanların kafeslere kapatılmasını sevmiyorum,özgür olmalarını istiyorum ( braveheart ya kendisi )

özgürlük nerede ki hayvanlar bulsun? hepimiz bu dünyaya, bu hayatlara tutsak vaziyetteyiz bence. yaşamak istediğimiz hayatlar bir yana bize sunulanı yaşamak zorunda kalıyoruz. istediklerimize ulaşma yolunda törpülene törpülene bir şey istemekten korkar hale gelmişiz. ben öyleyim kendi adıma. hayal ettiklerimle elde ettiklerim arasındaki 180derece açı benim için katedilmesi imkansız mesafeler gibiydi. bir süre sonra üstüste eklenen uzaklıklar bir öncekini mumla aratacak, aşılamaz duvarlar ördüler önüme. eskiden olsa bir dirsek darbemle yerle bir edeceğim engellerin tutsağı oldum, ben, koca ben, korkusuz ben, yılmaz ben!...

konu ile ilgili bir hikaye var çok sevdiğim; uzak bir ülkenin küçük bir kasabasına bir kumpanya gelir. ekipteki sihirbaz tüm halkın sadece birer dileğini gerçekleştireceği vaadiyle kasabadaki herkesi o akşamki gösteriye çağırır. o yörenin en zengininin evinde çalışan mathilda kumpanyaya gitmeden önce son işlerini yaparken kendi kendine ne dilek dileyeceğini düşünmeye başlar. diğer yandan da bir an evvel işlerini bitirip eğlenceye, sihre koşmak telaşındadır. " bu dünyanın en zengin insanı olmak istiyorum " der önce, dakikalar geçtikçe " yok canıım, bu ülkenin en zengini olsan yeter " der kendi kendine. akşam iyice yaklaşınca " neyse canım, bu kasabanın en zengini olmayı isteyeyim, bu da yeter " diye düşünür. kumpanyada dilek sırası kendine geldiğinde ise sihirbazın karşısında olmanın verdiği heyecana evde ocakta unutulan yemeğin telaşı eklenir ve " evde ateşte unuttuğum yemeğin yanmamasını diliyorum " der.

benim hayatım da böyle, inanın. bu yazıyı kaç kişi okuyor, kaç kişi benim aylardır anlatmaya çalıştıklarıma kulak veriyor bilmiyorum ama lütfen zıplama aralıklarınızı çoğaltın, her seferinde daha yukarıya ve daha uzağa zıplayın. akhilleus'un kaplumbağası olmak insana hiçbir şey kazandırmıyor. hala yolculukta oluyorsunuz, umutta oluyorsunuz olmasına da her adımda daha az mesafe katederek... her adımda kendini, gücünü, mesafeleri küçülterek. " to travel hopefully is better than arrival " ikilemidir bu konuda ahkam kesmeme engel olan. öte yandan yitirdiklerimin acısıdır size " benim gibi yapmayın " dedirten.

şu aralar itici gücü kendimde bulamıyorum, süremiyorum kendimi hayata. sizi karamsarlığa itmek değil niyetim amma velakin kendimi de tutamıyorum, anlatmak istiyorum içimde yaşadığım fırtınaları. zaten biliyorsunuz bu blog bunun için.

başkalarının yanında gözlerimin dolması, gözyaşımın durmadan akması beni o kadar üzüyor ki. sanki tüm zırhımı bırakıp ok yağmurunun ortasına dalmışım gibi geliyor. korunaksız. a shelter in the dust. but all the promises we made from the cradle to the grave, when all i want is you.

Dabit deus his quoque finem
Bu da geçer.