12 Aralık 2007 Çarşamba

hiçte bile :-)

az evvel zehrişko dedi ki; daha doğrusu olay şöyle cereyan etti sayın okuyucular; bu akıllım bana e-mail yoluyla üç şiir göndermiş, okudum ve fazla hisli bulduğum, bu keretede hisli şeyleri onun yazmayacağini da bildiğim için sildim bu mesajları ve ona da sildiğimi söyledim. sabah sabah nasıl tavır nasıl tavır, hanfendü kızmış benim onun güzide şiirlerini sildiğime, bilgisayarıma ve de hafızama kaydetmediğime.



biraz sıkıştırınca onların şiir olmadığını, bir şarkıcımızın bir kaç parçasının güfteleri olduğunu itiraf etti. ben de " anlamıştım zaten, sen kendini bu kadar dışa vurmazsın, bu kadar açık etmezsin" dedim. o da bana " ben yine belki azicik ucundan, asıl sen hiç etmezsin " dedi. inanmadım tabi ama ısrar etti. halbuki bu sitenin tek okuru kendisi, pek çok konuyu buradan bile ilan ettim hatta ona. en son cuma günü ( 14 ara. ) bizim tükana gelen eski bir elemanın - eleman bile demek istemiyorum da cevap hakkı doğmasın maksadıyla hareket etmek durumundayım - bana geçirttiği cinnet neticesinde serdar ile yeniden buluşmam gerektiği konusunu bile konuştuk. hatta bu kez serdar ile kendisinin dedikodusunu değil bizzat benim hakkımda konuşma yapmam için ultimatom bile verdi. sonra da bana " kapalısın, dışavurumcu değilsin " diyor.

yanılıyor.

bence bu hayatta günlerini sırlarla en az dolduran kişi benim. toplasam toplasam 3 sırrım ya çıkar ya çıkmaz. her hissimi paylaşmayı o kadar çok severim ki, yüzüme baksanız zaten anlarsınız ruh halimi, -e halimi, -i halimi...

yani neymiş; metafor yapma zehrişko, sensin kapalı olan, zaten akıllı olan da sensin; doğru yapıyorsun. açık kitap olmanın pek de faydası yok. halet-i ruhiyemi dışa vurmamdan dolayı herhangi bir kazanımım olmamıştır bugüne kadar. olacağını da sanmıyorum zati. " aman da aman bu çocuk üzgünmüş, dur ben bir destek olayım da kendine gelsin " diyen olmadı, yooo pardon sema olduydu ama onu da ben terkettim, beni ayakta durma modundan boş bir çuval olarak zemine yığılma statüsüne getirdiği için, sağolsun :-)

bu yazı aynen eskiz baabında oldu, kusura kalma arkadaşım, sen kesinkes ne saçmalamaya çalıştığımı anlamışsındır. anlamadıysan da boşveri bayram ağzı yorma o güzel kafanı... bir de dün için üzgünüm, keremo ile ilgilenme işi herkese o kadar zor geldi ki, ben de fazlalik gibi hissetmesin kendini çocuğumuz istedim, bırakabileceğim herhangi bir merci yoktu, cami avlusundan gayrı. ona da içim elvermedi... üstelik koşup peşime düşme ihtimali de vardı, göze alamadım :-)))) en romantik anne modeliyim değil mi? ne ayıp. daha da zırvalamadan hadi ben kaçtım.

gözlerin peru'mdur benim, golkond'um hindistan'ım

6 Aralık 2007 Perşembe

yakuza

bugün size akrostiş bir şiir göndermek istiyorum, müsaadenizle.

bilirim ki her gün sabah saatlerinde başlayan koşuşturma
en kötü ihtimalle gece yarısı
zile basmadan usulca açtığım kapıdan eve girişimle
dan diye sona ermeyecek
inadına omzuma binen yükler
mavi düşlerle buluşmamı erteletecek

bir kaçamak bakışla buluştuğum yatağım
uzak bir durak liman gibi varılamaz olur kimi zaman

hiç vazgeçmeyeceğim desem de kendi kendime
ayağıma geçirdiğim ağırlıklar
ya beni çeker dibe ya da engeller pirekare alanından uzaklaşmamı
ah çekmek boşuna
teslim etmeliyim yaşadıklarımın hakkını bu zeminde
taa içimde hissederek tüm zamanların pişmanlığını,
alınganlığı, kalp kırıklıklarını bir çuvala doldurup
ne kendimi, ne kalbimdekileri unutmadan, ustaca bir reveransla bitireceğim sahnemi..


bilmem anlatabildim mi????

5 Aralık 2007 Çarşamba

devamı olan fotolar

geçen hafta düşen uçak, çok büyük kayıplar, yağmurlar filan beni depresif yaptı. lütfen fotolarla idare edin ve necefli maşrapa yayınlamadığıma sevinin. çıkarken kapıyı hafifçe kaparsanız, cereyan oluyor, omuzlarım ağrıyor sonra, malum, yaş durumundan. hadi selamlar












28 Kasım 2007 Çarşamba

yalnızım ben çok yalnızım


yalnızım ben çok yalnızım modundayım şu an. sabah o kadar iyi ve neşeliydim ki kabıma sığamıyordum, şimdi tam tamına i feel blue now. bu kadar kısa sürede ne oldu, ne değişti bilmiyorum, inanın farkında değilim. karışık bir gün geçti, pek çok işimi hallettim ve bu noktadayım.


quod scripsi, scripsi; yazdığım yazdığımdır, okuyun, anlayın lütfen...


saygılar sunarım

26 Kasım 2007 Pazartesi

haftasonu

geçen cuma ofis o kadar soğuktu ki, donan kemiklerim pazar akşamına kadar battaniye altında durmak suretiyle ancak açılabildi. şimdi tam fırına girecek kıvamdayım :-)))

geçen hafta çarşamba hani keremo'nun doğumgünüydü ya işte o sabah " boşver bugün okul kıyafetini giymeyelim, hatta en güzel kıyafetini giyelim oğlum " dedim. çocuğum bana cevap verdi

" benim en güzel kıyafetim sensin anne "

nasıl hislendiğimi anlatamam... nasıl bir mantık yürütmedir, nasıl bir duygusallık. yerim ben seni şeklindeyim. cumartesi deyvit ile telefonda konuştular, konuşma bittikten sonra " seni çok özlemiş bence " dedim. " farkındayım zaten " diye cevap verdi. komik bu herif, resmen komik. pazar günü deyvit kendisini ziyarete gelince bir öpüşmeler, koklaşmalar... hasret gideren iki dost modeli.

bu sabah okul açıldığından beri nihayet tamamlayabildiğimiz formasını giyerek okula yollandı. gri hırka, sarı gömlek ve füme kaşe pantolondan mütevellit kıyafetle nasıl büyümüş gibi duruyor, nasıl yerim ben onu.

hastalık, battaniye ve tv üçgeninde geçen haftasonumdan ( haa bir de deyvit'in ısrarı sonucu palto altı pijama şeklinde akşam akşam dışarı da çıktım, anlatmayı unuttum ) arda kalan sadece bunlar, bir de günlerdir aklıma bir şiirin sadece bir satırı geliyor; hatırlıyorsanız lütfen fill in the blanks ....... herkesin düşe kalka bir gözyaşı vardır...

hepinizi öperim, lafın gelişi hepinizi diyorum. isimlerinizi biliyorum ve hatta adile teyze gibi sayıyorum kuzucuklarımın isimlerini; zehraaaaa, deyviiiit, belki bir parça yüksek, belki nihayet, o kadar.

hadi iyi günler, tutmayayım ben sizi, rahat bırakın ben, hislendim, ağlamak istiyorum

20 Kasım 2007 Salı

21 kasım 2007



yarin keremo'nun doğum günü... bugünden kutlayalım dedim.

dün gibi aklımda doğduğu gün, oradaydım ben de, hatta herkesten önce gitmiştim, mehmet ve ben sabah 7,30'da yollandık hastaneye, aslında keremo da vardı yanlış hatırlamıyorsam, geçmiş zaman. ne komikti. heyecandan öleceğimi zannediyordum, sadece bayıldım. kendime ilk geldiğim an el ve ayaklarını görmek istedim, minik minik, yumuk yumuk, öylesine güzeldi ki... agresif ve şaşkın, şüpheci ve soğuk bakışları vardı bizimkinin. aynı ben gibiydi yani.



SENİ SEVİYORUM MİNİK KUŞUM, UZUN, SAĞLIK VE MUTLULUK DOLU NİCE NİCE YILLAR, SEVDİKLERİNLE BERABER ( YANİ BİZLERLE :-)))) )


14 Kasım 2007 Çarşamba

polski sklep, da, pravda

merhabalar canlarım... bugün size ruslardan ve ruhlardan bahsedeceğimdir. konuya uygun başlığımızın olması için de bildiğim rusça kelimeleri art arda sıraladım. sadece " da " nın anlamını biliyorum. pravda da bir gazete ama herhalde hürriyet, milliyet filan gibi bir anlamı vardır. belki de " gazete " demektir :-))) polski sklep ise laleli'deki dükkanların kapısında yazar, edepli birşey olduğunu zannediyorum...

bugün iki rus müşteri vardı, bizden hazır giyim ürünü almak isteyen. bütün piyasayı, firmaları, alım yapılabilecek ve yapılamayacak olanları, kendimize sakladığımız ufak tefek sırları öğrenmişler. daha doğrusu hemşehrilerimiz öğretmişler sağolsunlar (!). rus da gelmiş bize işin hammaliyesini yaptırmak istiyor. kaliteye laf ediyor, fiyatı beğenmiyor, memnuniyetsizmiş gibi davranınca ne elde etmeyi umuyorsa artık

biz ülkece hangi niteliğimize güveniyoruz acaba? fransız kozmetiğine, alman endüstrisine efsanesi yıllardır var. peki biz neyimize güveniyoruz sizce? bindiğimiz dalları kesmedeki yeteneğimize mi? galiba bugün yine mavi günümdeyim, en iyisi ben kaçayım, sizin de tadınızı kaçırmayayım. plattenspielerda sizin için bir parça çalıyorum şimdi; unforgiven II... keyfini çıkarın

12 Kasım 2007 Pazartesi

selam dünyalılar, ben dostum


nasıl uyku isteğim var. bu konuda şu sıralar ikiyüzlüce davranıyorum şöyle ki; normalde hele de pazar günleri öğlene kadar uyumayı sevmem. amma velakin havalar soğuduğundan mıdır, kendimi yorgun hissettiğimden midir bilinmez şu günlerde bir uyku isteği hasıl oldu bende. mümkünse tüm gün pencere önündeki koltukta bulutları izleye izleye uzanmak istiyorum, arada uyuklamak, arada film izlemek, arada birşeyler içmek filan. ama yerimden kalkmadan bütün bunları yapmak istiyorum, filmi playera yerleştirmek için dahi kalkmak istemiyorum yerimden. cumartesi ( 10 kasım ) keremo ile birkaç çizgi film aldık; sponge, bir böceğin hayatı ve şrek 3, yağmurda yürüye yürüye eve döndük, bahsettiğim koltuğa ikimiz sığışıp izledik filmleri. çok keyifliydi. sonrasında keremo'yu uyuturken ben de uykuya dalmışım. oysa keremo uyuduktan sonra kalkıp ocean's 13'u seyretmeyi planlamıştım. gecenin bir vakti uyandim, cenkerdem bir kanalda program yapıyorlarmış, denk geldiğime çok sevindim, bazı esprilere kahkahayla güldüm resmen. pazar günü de kuzen murat'ın taşınacağı evi için gerek malzeme alışverişine yardım ettik ve haftasonu geldiği gibi hızlıca geçti...

bir arkadaşımız eskiden " haftanın üç günü 24 saat çalışayım, yeter ki haftasonu tatilim 4 gün olsun " diyordu. çok haklıymış...

hadi sevgili okur, evine git ve benim için biraz uyu, uyu, uyu, uyuuuuu, uyuuuuuuuuuu

7 Kasım 2007 Çarşamba

uzay komporu

sevgili okur ( artık tek kişi olduğunuzu biliyorum ), hattı zatında bu da birşeydir, ya siz de olmasaydınız ve kendim yazıp kendim okusaydım. kendime mektuplar şeklinde.

neyse felsefeyi geçip hikayeye geliyorum; dün akşam keremo'yu anneannesinden almaya gittim; yine gelmedi. " seninle değil babamla geleceğim eve, sen kendin git " dedi. ben de eve tek başıma gitmektense keremo ile birlikte babasını bekleyelim dedim. keremo bir oyun oynamak istedi ve astronotçuluğa başladık; keremo astronot oluyor ve uzayda neler olduğunu anlatıyor bana

"güneş var ama çok uzakta, yakmıyor, aydedem var güzel ve büyük, yıldızlar var ve de çok fazla gezegenle kompor var. gezegenlerin otuzuncusunun adı sempıl, sempıl. komporlar da çok büyük ve hiç uyumuyorlar, inanılmaz ama hiç uyumamışlar anne " diyor. " gezengenlerin yanısıra dünya da uzayda bulunuyor " dedi. sürekli de roket istiyor, uzaya gidecekmiş " oğlum daha roket kullanma yaşına gelmedin beyaf " diyerek şimdilik atlatıyorum ama mecbur kalırsam çocuğu üzmemek adına alacağım tabi. tek korkum bizim oralarda yabancı araç yani her akşam o mahalleye gelen araçlar dışında bir vesait parkedince hırsızlar hemen camını kırıyorlar. ee ya bu roket meredinin de camını kırarlarsa ne ederim ben, nerede yaptırırım? roket sigortalayan şirket cam kırılmasını sigorta kapsamında sayar mı? ooof off sevgili okur büyük başın derdi de büyük oluyor gördüğünüz gibi. ben boğa burcuyum ya; hani büyük baş olayı... bir de ehliyet meselesi var tabi, duyduğuma göre roket sürücü ehliyeti nasa tarafından veriliyormuş, şimdi çocuğumu amerika'ya mı göndermem gerekecek bir de? hıh, hiç olmaz, çok karışık bir memleket, yollayamam ben kuzumu. zaten annesi paranoid resesyonda ( böyle birşey var mı bilmem ama kendi diagnosisim bu işte ben buyum; dublin'de keremo gözden uzaklaştığı an afakanlar basıyor, kafamda felaket senaryoları yazıp çocuğa hönkürüyordum. kendisi kaldırımdan yola doğru koşuyor, masalara çıkmaya çalışıyor, ağzını vurup damaklarını kanatıyor, kafasını çarpıyor, kaldırıma oturup ayaklarını yola uzatıyor ve hemen dibinden de otobüsler geçiyor, bu arada ölüyoruz korkudan çocuğun bacakları gitti diye. en son olay; istanbul'da uçaktan inmek için sıra beklerken keremo aralardan fıydı gitti, ben indiğimde körükte bile yoktu, koştum pasaport kontrole doğru, hıh ıh yok, tekrar uçaktan indiğimiz noktaya yöneldim yine yok. tam ağlamak üzereyken bir polis gördüm ona sordum görmediğini ama keremo'yu bulamazsam polislerden yardım isteyebileceğimi söyledi. az sonra ilerden bana doğru koşmakta olan keremo'yu gördüm ve yeleğinin ensesine gelen tarafından sertçe tuttum, kızdığımı anladı ama yanımda yine kalmadı koşturmaya devam etti taa ki valizleri almaya gidene kadar. bu çocuk ehliyet alsın diye amerika'ya yollanır mı? en iyisi ordan bir kaç arkadaşı arayıp rüşvet müşvet artık ne gerekiyorsa yapacağız alacağız bu ehliyeti oraya gitmeden ) roket tedariğini nasıl yapacağız bilmem artık, ey yegane ve kıymetli okurum söyler misin bana nereden alınır bu cihaz? hatta varsa oradan bana akıl, fikir, sakinlik gibi erdemleri enjekte edebilecek bir müstahzar da alayım, parası neyse ödeyeceğiz!!!

6 Kasım 2007 Salı

bir takım fotolar

üstte: en eski bar
tara tepesi'nde keremo ( ülkenin eski başkenti - sadece boş bir tepe )

keremo havaalanı yolunda durakta, maltheser tüketiyor

wicklow'da göller, çok lezizdi...

kilkenny'de deniz böcükleri, bono'nun evi de bu köyde. ancak kapısından başka bişii görünmüyor ki o da pas içinde. bi boyatamamış. hadi kendisinin zamanı yok, meşgul dünya meseleleriyle filan, mühim şahsiyet. ya o karısı? ne yapıyor bütün gün? hiç, adamın kazandıklarını ye dur!!!

st. stephens green; leziz park

yorgun ayaklarım, st. john's church bahçesi

st. john's church arka yolunda deyvit ile keremo
city hall tavanı, işte bono'yla burada görüştük; tavanda değil tabi, tabanda. orada sadece mermer olduğu için tavan detayını size gösteriyorum

city hall karşısında bana ilginç gelen bina.

st. patricks church'un olduğu tepede otlayan inekler. bunlar holy süt veriyorlarmış :-)

wicklow yolunda keremo, şoförle pek bir anlaştılar!!!

st sthephens' green'de keremo

biri bono da diğerini tanıdınız mı bilmem. neyse söyleyeyim; ben

phoenix park'ta yapraklar...

odamızdan gün doğumu

suburblerden birinde keremo aradığı motorsikleti buldu...

dublin tower yolunda keremo, kendisi yolu bildiğinden bizi beklemeden gidiyor...

zoo'da filleri izlerken. keremo da zoo dediği için öyle yazdım; yoksa hayvanat bahçesi demeyi de biliyorum :-)
aklımda kalanlar, chicken royale, grafton street, national irish museum, trinity... ben var yine gelmek :-)

2 Kasım 2007 Cuma

döndüm

eyyooooo, döndüm arkadaşlar... hemen fotolar ve yazılar gelecek, irlanda güzel, sıcakkanlı ve çok şeker insanlar. ben var yine gitmek

ofiste işlerim çok birikmiş. en kısa sürede anılarımızı paylaşacağımdır okurlarım, merak etmeyin.

19 Ekim 2007 Cuma

das wörterbuch

bir arkadaşımız keremo'nun söylediği komik kelimeleri yazmazsak unutacağımızı söyledi. ben de yazıyorum;

aabak = ayakkabı

ağya yakalanmak = ağa yakalanmak

altın kusula = altın pusula

altun yüzage = altunizade

badi = başak

bakingan sarayı = buckingham sarayı

biro = puro

borgın king = burger king

canlıca = çamlıca

deyvit = zehra

ekitek = etiket

esinebeş = cinebeş

etedilik = elektrik

firamit = piramit

funday = hyundai

gaburga = kaburga

geler misin = gelir misin

geyk = geyik

hakkı baba = tavşan

haps = hapis

hibal = sibel

hokkay = yüksel

ılhamur = ıhlamur

jenatör = jeneratör

karhaman = kahraman

kepçak = ketçap

kondol = gondol

koyuşın = esmer ( sarışından mütevellit )

mekdanus = mc donalds

mikibi kasabası = bikini kasabası
sponge'ın yaşadığı muhit:-))) )

moza = boza

muslat = vuslat

parfün = parfüm

pegyamber = peygamber

porkatal = portakal

safir = misafir

serbis = servis

tahteravil = tahterevalli

taski = taksi

terövist = terörist

tunapark = lunapark

verer misin = verir misin

yadro = radyo



* anneannesiyle bir gün sokakta yürürken geçen cenaze arabasına o kadar dikkatlice bakmış ki bizimki, anneannesi mecburen " insanlar ölünce bu araçlarla taşınırlar " demiş. keremo da sormuş " cenazeleri bu kamyonette mi taşıyorlar? "

* dün gece deyvit'in saçlarını sarı yaptığını anlattığımda " anne sen de sarı yap, ama samsarı. öyle arada turuncu filan gibi olmasın. ben sarı çok seviyorum " dedi. bense seni seviyorum dedim.

* bugün oldukça komik bişii geldi başıma; öğleden önce bir müşteriyle görüşmem vardı, onların ofisine gittim. görüşeceğim kişilerin o an bir meşguliyetleri olduğundan toplantı odasına alındım. odada çin'den gelen enteresan numuneler vardı. incelerken bir tanesinde hoş detaylar olduğunu farkedince hemen iki fotosunu çektim ve makinamı çantama kaldırdım. az sonra toplantı başladı. çok kafa dengi ve komik iki meslektaşla toplantı yapınca epey eğlendik, güldük. bu esnada odada kamera olduğunu farkettim. tuhaf geldi toplantı odasına kamera koymaları ama önemsemedim. sonra şirkete dönüp bizim ofistekilere fotoları gösterirken kamerayı hatırladım. benim çaktırmadan fotoğraf çekme anımı birileri görmüştü. someone is watching meeeeee. ıyyy. olmaz böyle şey yoksa rüya mı? hemen kendimce çok normal birşey yapmışım gibilerinden bir mail düzenledim ve muhataplarıma yolladım. umarım çok gülmemişlerdir benim çaktırmadan fotoğraf çekmeme :-(

* yarın tahsilat günü, gidip oldukça yüklü miktarda para toplayacağımdır. siz de toplamak isterseniz numaraları kaydedin; 6, 12, 25, 29, 35, 37... bu kıyağımı da unutmayın...

hade iyi akşamlar, kovalasın sizi tavşanlar
not: sağ üstteki foto yağmurlu bir günde otomobil camına yapışan damlaların ardındaki yüksek görüntüsü. fotoğrafı çeken; reyes lopez torres alfonsa garcia ( bu gerçek bir isim, benim ispanyol bir arkadaşımın adı, şaka gibi di mi? )

18 Ekim 2007 Perşembe

mahpus fotolar


dijital kameramın kablolarını ( hem şarj hem de içerik aktarım kablosunu, USB mi ne diyorlar ) hani yanlışlıkla (!) çöpe atmıştım ya, işte nihayet sipariş ettiğim yeni kablolar geldi. kamerada mahsur kalan fotolar kurtarıldı. bir kaçını sizle paylaşacağım. kendi fotomu da yayınlayacağım, üç kız kardeşimle beraber çektirdiğimiz bir fotomuzu hemi de... bekleyin
keremo çok komik, sütün inekler va anneler tarafında yapıldığını teşhis etmiş, devamlı bana " sen de bir ineksin " diyor. babasına da " öküz ". çünkü ineklerin erkek olanlarına öyle denirmiş. kendisi de danaymış. dün ilk kez ödevini yaptı ( burada alkış efekti alalım ) ve arkadaşlarının da hiç ödevlerini yapmadıklarını, bu duruma öğretmenin çok bozulduğunu ve nasıl kendisi bugün ödevlerini bitiriyorsa ( kalanını aynen onun cümlesiyle veriyorum ) " gayet arkaşlarımda titizce tamamlarlar bugün ödevlerini sanıyorumki " dedi. biz mehmet ile sadece bakakaldık. tabi, gayet tabi, dedik ve çıktık odadan.

bizim evde iki erkek bir de kız varmış. o yüzden erkeklerin sözü geçermiş, çünkü onlar iki taneymiş. siyah renk ile benim adim cok benziyormuş o yüzden benim en sevdiğim renk siyahmış.

bayramın ikinci günü, sabah dokuzda taksim'de yağmurda dolaşırken kapüşonlu montumla ıslanmıyor olamama rağmen ayaklarının ucuna kalkarak beni de şemsiyesinin altına alma çabasını görmeliydiniz... akşamüstü de yüksek'le dışarı çıktılar. eve dönerlerken ( keremo bir bahane bulup çile odasına dönüş yolunu uzatmalı ya ) " yük sana kahve ısmarlayayım mı? " demiş. girmişler meşhur bir kahveciye, yüksek'e " sen otur ben sipariş veririm " diyerek kasaya yönelmiş. siparişi alacak olan kıza " bize iki kahve, bir de ben şu tatlılardan bir tane istiyorum " diyince kız şaşkınlıkla yüksek'e dönmüş, yüksek de siz ona portakal suyu verin diyerek akıllıca bir yönlendirme yapmış. nasıl babacan, nasıl koruyucu diyor yüksek. eve döndükten sonra pucca adlı bir kahramanı olan çizgi film serisini bir izledik.. bugün altıncı gün olacak hala da izliyoruz. ezberledim ben tüm maceraları. hepsinde garu ( pucca'nın sevgilisi ) maceraya atılıyor, yüzüne gözüne tam bulaştıracakken pucca gelip olayı çözüyor kimi zaman zekasıyla kimi zaman kuvvetiyle... pucca bir kız olmasına rağmen ( aslında bir kız olduğu için desek daha doğru olacak ) garu'dan ve filmdeki diğer tiplemelerin hepsinden daha güçlü. aslan pucca. ne varki bu heroic karakterin besin kaynağı garu'dan alacağı öpücük. hain garu'da öyle diretiyor ki öpücük vermemek için. aynen benle keremo gibi. aman kendini öptürmesin, erkek adamlığına zelal gelmesin de.

bu akşam da pucca izlemek zorunda kalırsak annemin evine döneceğim, psikolojik işkence var bizim evde. pucca var, makarnayla dünyayı dolaşıyor, ay küresi için dağlara tırmanıyor, film çeviriyor, pinpon oynuyor, faal ötesi bir arkadaş. işte o pucca yüzünden oceans thirteen'i izleyemedim henüz. zavallı cd öylece bekliyor sırasını...

günlerdir saçlarım trajik halde. o kadar biçimsizler ki ne yapsam şöyle derli toplu durmuyorlar. hepsi adeta bağımsızlıklarını ilan eden cumhuriyetler gibi. tüm teller ayrı bir yöne doğru duruyor. bir gün şapka, bir gün toka idare ediyoruz bakalım. saçları bu kadar kötüyken bir female kendini nasıl hisseder bir düşünün; işte aynen öyle hissediyorum.

hergün anlamlı anlamlı rüyalar görüyorum, kendim de şaşırıyorum gördüklerime, film gibi resmen. hepsinde ya bir olayı çözüyorum, ya olay çıkarıyorum, birkaç gün sonra o rüyanin yeni episodu geliyor filan.

dünyaya yeniden gelirsem; reenkarnasyon olayı, aşçı olmak istiyorum. remy gibi. damak tadı sahibi, leziz şeyler pişirebilen, yemek yoluyla da olsa insanlara özledikleri zamanları hediye edebilen bir usta.
umut etmekten vazgeçmeyince hayat daha güzel, daha tutunulası... şöyle sarılıp öpesim geliyor hayatı, çok güzelsin ve iyi ki varsın demek istiyorum. seviyorum seni, bana verdiklerini. ya tanışmamış olsaydık demek istiyorum kendisine. ne çok şey kaçırırdım, keremom, ailem, arkadaşlarım, otomobiller, seyahat özgürlüğü, ooo daha neler neler.

bu bugün için ruh halim olduğundan kelli böyle pembeötesi bir yazı okuyorsunuz, kıymetini bilin; öncelikle kendinizin, hayatınızın, sevdiklerinizin, renklerin, seslerin ve herşeyin aslında. rahmetli altan erbulak'ın bir lafı var, çok çok severim; herkesi sevmek zorunda değilim ama sevdiklerimi her an kaybedecekmiş gibi severim.

öpüyorum sizleri, çok çok, içten içten , karşılık beklemeksizin, hade yine iyisiniz bu ayki aidatları sildim. bedavaya yazılar, istediğiniz gibi okuyun, istediğinize de okutun. hatta bu mutlu hissiyatımız şerefine yıl sonuna kadar parasız. öfff az önce telefonda iltifat yoluyla kendi sattığı ürünleri almamı sağlamaya çalışan oooz'un dediği gibi nambır van'ım ben.

bu fotodakileri size sırayla tanıtayım; sol üstteki ben, yanımdaki kızkardeşim, sol alttaki diğer kızkardeşim, sağ alttaki de daha diğer kızkardeşim. en büyükleri benim. diğerleri benden küçük yani. anlaşılmayan bir nokta varsa diye bu kadar uzun açıkladım. hiçbirimiz birbirimize benzemeyiz, birimiz sakinliği sever, huzur içinde battaniyesini alıp uzanarak kitap okumayı, bir diğeri yemek yapmayı, biri otomobil yarışlarından hoşlanır. ötekisi seyahatten. bunca farklı niteliğe rağmen nasıl iyi anlaşıyoruz birbirimizle bilseniz... neyse başka bir yazıda bahsederim artık kardeşlerimden, bu yazı çok uzadı. dördümüz de size selam gönderiyoruz. iyi günner... hünnap


15 Ekim 2007 Pazartesi

duygudurum

irmik paketlerinde bizim lisanımızla " irmik " yazısının hemen altında " durum semolina " yazar. bunu pek bir itinayla öğrenmişimdir ancak hiçbir bulmacada çıkmaz. tüm bilgilerin bir gün elbet işe yarayacağını düşündüğümde sabırla bu bilginin kullanılacağı zaman ve mekanı beklemekteyim.

konubaşlığının yaptığı çağrışımla geldiğimiz bu noktadan esas konuşacaklarımıza gelelim artık. yine çok dolandırdım lafı biliyorum, hayır taksici olsam fazla para alabilmek için kurduğum hain plan diye düşünebilirdiniz. bayram hızlı, acılı, hüzünlü geçti. bir kaza, iki cenaze, gözyaşları... mehmet'in kuzeni ve eşi, iki çocuklarıyla yolculuk ederken kaza geçirmişler, çocuklar iyi ancak anne baba ebedi hayata göç etmişler. bu kuzenle tanışmamıştım ben, çocuklarıyla da. Allah müteveffaların anne babalarına ve çocuklarınaa hem sağlık, hem sabır versin inşallah demekten başka söz bulamıyorum.

gelelim bizim güzide bayram ziyaretlerine dersek; sadece iki ziyaret yaptım. büyüdükçe bayramların büyüsü azaldı benim açımdan, ben küçükken prens, kont, soylu duyguların insanı, dürüstlük abidesi, vay be ne dobra biri ya diye nitelendirdiğim kimselerin maskelerinin ardındaki yüzlerinin görünce ziyaret hevesim gitgide azaldı. sanıyorum şimdi de sıfır noktasında. bayram güzel, bayramlaşmak, ziyaretler hepsi çok güzel, mutluluk verici,gerçekten. eski günlerden konuşmak, küçüklüğünüzü bilen insanların yanında bulunmak, her evde süper tatlıların olması, derli toplu giyinip kendini sokağa atan amcalar, teyzeler, çocuklarının ellerinden tutmuş gezmeye giden aileler, topluluk ruhu, manevi yönü kuvvetli takvim günleri... hepsi güzel. beni körelten; az evvel tasvir ettiğim yaşlı amca ve teyzelere, çok çocuklu ailelere duyduğum hissiyatı ziyaret etmek durumunda olduğum insanlara duymamam. duymuyorum kardeşim, üstelik " sen birine ne hissediyorsan o da sana aynını hissediyordur " düsturuna inanmış biri olarak sizin de beni görmekten hazzetmediğinizi biliyorsam, ağzıma palyaço makyajıyla sabit bir gülümseme oturtup sizi ziyarete gelmeme de annem müsaade etmiyorsa elimden ne gelir? ( o makyajla hadi yine idare ederdim, fazla konuşmayıp sürekli mütebessüm halde oturan iyi aile kızı rolünü oynayabilirdim oysa ki )

keremo büyüyünce aynı ben gibi düşünürse ne kötü olacak. ya hiç düşünmeyecek, yormayacak o güzel kafasını ya da mutsuz olacak böyle garip bencileyin...

bayramın bana faydası, az ama öz topladığım bahşişler, ilk ve oldukça başarılı ayçöreği denemem, elma rendesi sayesinde olağanüstü lezzet kazanan muffinim ( hatta keremo gibi bir kek ustasının ağzından " anne bu topkek gibi olmuş " iltifatıyla taltif oldum ) :-)))) ve en önemlisi üç günü kuzu kuzu me ile geçirebilmem oldu. gerçi itiraf etmem gerekirse birkaç kez birbirimize girdik, kıran kırana kavgalar ettik filan.. arife günü mısırçarşısının yanında satılan hayvanları görmek için tutturunca, tüm çalışan annelerde olduğu gibi vicdanım bu emre itaat ettirtti beni. o kalabalıkta balık, kedi, köpek, fare, ördek ve muhtelif kuşlar gördük. pek öğretici bir seyahatti canım. bir ara gözden kaybettim keremo'yu, şöyle üç saniye kadar ve delirdim zannettim. dönüş tramvayında bir abla ve iki abiyle tanıştı küçümenin benim. her üçü de çok şeker tiplerdi. bir tanesi öğretmenmiş ve hiperaktivite ve konsantrasyon noksanlığından şüphelendiği için bir doktora gitmemiz gerektiğini söyledi. keremo çok hareketli olduğu için bu diagnosise varmış kendileri. oysa tutunmak için kullanılan barlara tırmanıp maymun gibi sallanması ve ya vatmanın oturduğu kabinin düz duvarına pençe vaziyetine getirdiği parmaklarıyla tırmanması bence hayvan sevgisinden. yani ben öyle düşünüyorum, hayvanları taklit ediyor. sürekli zıplaması ise aldığı kaloriyi harcamak içindir herhalde. benim ooolum hiperaktif olamaz!

geçen sabah gözlerini açtı ve bana ( zaman zaman beraber uyuyoruz itiraf ediyorum, keremo birbuçuk yaşına kadar kendi odasında ve yatağında uyudu. o sene amsterdam'da bir otelde o akdar kirli bir çocuk yatağı getirdiler ki; remy'yi bile orda yatırmam ben. eee ne oldu tabi, çocuk bizimle uyuyabileceğini keşfetti. sağolasın jolly carlton! ) " annecim bana istersen bazen oooluşum, bazen de oğlum diyebilirsin " dedi. izin veriyormuş yani. sağolsun tabi, eee çocuğu evropai standartlarda kendine güvenen, ne istediğini bilen şahıs olarak yetiştirmeye çalışırsan bu olur. ne olur; ilk önce vize olayını öğrenir eşşolubeşkulak. senden mi izin alcem ben sana nasıl hitabedeceğime dair? oooluşum, kuzum, kazım, kurbağalıderem, fazulyem, böcüüüüüm, solucanım, koalam, fışfışım, dorutayım, kapuskam... öperim milyon kez o hiç izin vermediğim gıdından, hatta uzun uzun koklarım da... ohhh be ne güzel şeymiş şu internet, blog olayı filan. istediğini yapabiliyor insan :-)

hadi ben kaçtım, son bir şey söyleyip; bugün eve bilgisayar götürüyorum. eğer bu yüzyılda internet bağlatmayı da başarabilirsem daha sık ve enteresan yazılar yazabilirim ve de iş saatinde yazı yazıyorum diye vicdan yapmam. oooh misssss. hadi öperim hepinizi bayram münasebetiyle. kapının ordaki şekerlikten alın kısmetinize düşenleri. birer birer alın, benim gibi beşer onar yiyip baaarsak spazmı yaşamayın canlarım benim



3 Ekim 2007 Çarşamba

webhospitality

internette dublin ile ilgili konular ararken google'da çalışan bir arkadaş edindim; lezüz yazıları var kendi blogunda, zaten ben dublin ile ilgili her konuyu sevdiğim ve ilgilendiğim için verdiği linkler, dublin haberleri hepsi çok güzel, siz de okuyun derim. amma bir konu var ki bu noktada kendisini kınamak istiyorum; tüm dublinliler alkolik mi mi beyaf? rica ederim yani...

bu arada bizim kuş yuvasındaki kuşlar çatıda yürüyorlar, ayaklarında da sanıyorum kösele botlar var, nasıl ses çıkarıyorlar nasıl anlatamam. sürekli tıkır tıkır bir gürültü mevcut evde. çıldırciyim. madem üst kat komşumuz olmak istiyorsunuz bari sessiz olun!!!

dün gece uykum kaçtı, gece ikiye kadar pırasalı börek ( söylemesi ayıp nefis olmuştu ) ve de limonlu cheesecake yaptım ( cheesecake dolapta demleniyor, kısmetse bu akşam lüpleteceğim ). sonra uzun uzun televizyon seyrettim, prime timeda ve gün içinde abuk subuk programlar yayınlayan kanallar gece nasıl manalı diziler veriyorlar, her birinden dersler çıkarılacak şekilde, hayret edersiniz. gece izleyicisinin aklı farklı mı çalışıyor????

bugün oruç için niyet ettim... Allah kabul etsin, çok ama çok acıktım. aklıma hep yemekler geliyor...

hadi kremalı tavuklar dilerim

2 Ekim 2007 Salı

zübüklükler

cumadan beri başıma gelen zübüklükleri sıralamak istiyorum sizlere canlarım...
cuma günü taksim'de bir müşteri görüşmesine gitmek için bakırköy'den otobüse bindim. benim öksürük krizim otobüste en fecisinden nüksetti. sanıyorum otobüsteki kimse birbirini tanımıyordu, konuşan insan sayısı sıfırdı, otobüsün susturucusu da muhteşem çalışıyordu motor gürültüsü filan minimumda, izolasyon da iyiydi ve dışardan da ses gelmiyordu dolayısıyla ortamdaki tek ses benim gürül gürül öksürmemdi. ben susmak istedikçe boğazımda dolaşan minik karıncalar yürüyüşlerini hızlandırıyorlardı. korkunctu ne diyeyim. önce merter'de sonra topkapı'da, haseki'de ve unkapanı'nda ataklar geldi. şişhane'de otobüsten iner inmez son krizi atlattım. toplantım bitti. şirkete dönerken birlikte geldiğim arkadaşımın acilen kendi şirketine dönmesi gerektiği için daha fazla sıkıntı yaşamasın diye kendim gitmeyi teklif edip arabadan indim, çoğu zaman yaptığım gibi yanlış yerde tabi ki :-)... elimde koca bir çanta ( hatta valiz ), kendi postacı çantam ve ben olmadık yerlerden geçerek nesrin'in bizi alacağı noktaya vardık. varana kadar da pek çok şoföre dişlerimi göstermek zorunda kaldım. yol kenarında elinde valizle yürüyen bir bayan görmek sinir ediyor olmalı onları. ben öyle anladım.

cumartesi iş çıkışı küçük bir alışveriş turu, eve benden önce gelen misafirime yetişme paniği ve de keremo'yu anneanneden alma işleri vardı. neyse ki ( büyük ) bir kısmını yüksek halletti. keremo'ya yemek yedirdikten sonra sohbete koyulduk derken kendileri gelip " annecim özürle banyoya gider misin ? " dedi. bu felaket anlamına geldiği için koştum, arkadaş havlu asacağının tıpa gibi olan kapaklarını sökerek lavaboya tıkaç yapmış. hemen akabinde suyu da açarak kendine suni gölet oluşturmuş. sular banyonun zeminine taşıyorken yetiştik. banyo silindi, kurulandı, keremo'nun suları süzülen giysileri değiştirildi. bu kez de küçük böcüğüm odasını dağıtarak dikkatimizi çekmeye çalıştı. ama ne dağıtmak! firuzan gittikten sonra ise adeta bir kuzu gibi odasında kendi kendine meşgaleler bulmaya başladı. sonra mutfakta yerde çömelip kurbağa misali sandalyenin üztüne zıpladı ve kendi kendine " ihtimali olmayan bir şeyi gerçekleştiriiim " diye tezahüratlar yaptı ( bense dumur vaziyette, nasıl yani; ihtimal ??? ) uzunca bir süre oda toplamaya karşı çıktı ( benim tiz sesimin ne denli yüksek tonlarda çıkabildiğini anlayıncaya kadar ) sonra odasını da topladı neyse ki...

o günü de öyle böyle atlattık

pazar sabahı keremo saat yedide " anne bak bu hasta " diye can çekişen bir böcek getirdi. nerden buldun bunu, ıyyyy çığlıklarım sebebiyle keremo yere yattı, sırtüstü yattı, ayaklarını ve ellerini kaldırıp düzensizce sallayarak kımıl kımıl bir böcek taklidi yaptı ve böceği neden kaldırıp getirdiğini söyledi. çünkü böcek " imdaaat, arkadaşlarım bana yardım eden yok muuuu ? " diye bağırıyormuş :-)))) aynı gün anneme yemeğe misafirler geleceği için ben de pasta, ekmek ve kurabiye yaptım. keremo ile onları anneannemize bırakıp dışarlarda gezmekti planımız; hava da çok güzeldi. ancak annemlerde kapıdan girer girmez " şu kereviz salatandan yapsan " talebi " havuç salatandan yapsan ", ardından " su böreği yapsan ", pilav, patlıcan, şu bu derken tam 32 kişilik dev bir aç ordu bastı evi. yemek servisi, bulaşık, çay servisi, bulaşık, tatlı servisi, bulaşık, on kadar çocuk, bir ameliyatlı hastamız, isviçre'den o gün gelmiş dayılar, balkonda gizlice sigara içenler... anlatılamaz nasıl etnik, avantgarde ve sürreal bir grup olduğumuz. maskeli onlarca yüz birarada. tesadüf eseri keremo'nun büyük kanepe ile duvar arasına sıkıştırdığı ödevini bulduk ( !!! ). nasıl bunu düşünebilmiş anlayamadık, küçücük boyama ödevi zaten, niye yapmak yerine saklarsın ki? sonunda keremo'nun uyuması gerektiği için ikimiz eve döndük. " maalesef anne bugün de bu evin tuvaletine gitmeyeceğim " diyerek iki haftadır büyük tuvaletini yapmayan oğlum nihayet gerçekleştirdi bunu, ben de boncuk bulmuş gibi oldum ve bugün de bitti :-) bu kadar sevinmemem gerekirdi aslında, hakikaten o da boncuk olduğunu düşünecek, üff sevindim işte n'apabilirim?

pazartesi günü sabah hazırlanırken eldiven takmak istedi; annecim buna uygun mevsim değil şimdi, eldiven takma dedim. niye, sonbaharda değil miyiz? diye cevap verdi bana. okula gitmeden önce kırtasiye alışverişi, okula gidiş, iş yerinde yoğunluk ve yorgunluk, akşam yemeğini yapacak usta hastalandığından yine onca kişiye yemek hazırlığı, sonrasında yine bulaşık :-(... bu arada bir arkadaşım telefonla " 63 ve 38 " sayılarını aklımda tutmamı, çok önemli olduklarını da unutmamamı söyledi. haydaaa, bir sayı tutmaca eksikti. zaten sayısal sebebiyle neredeyse rakamların 1'den 49'a kadar olduğunu iddia etmek üzereyim, bir de bu sayılar mı çıktı... sonra bir kaç yere numune bırakma / almayı takiben eve varış. cumartesi gelen konuklardan biri isviçre'de bir televizyon programında yaramaz, hiperkatif çocuklara yönelik yapılan ehlileştirme ( ! ) harekatını anlattı ( keremo ilerde bunları okursa herhalde bu cümleye çok kızacaktır, kusura bakma kuzu kuzu me ama sende beni zıvanadan çıkarıyorsun çoğu zaman ). şöyle ki; bir kartona çocuktan beklenen olumlu davranış mesela " sabah akşam sütünü içmen " yazılır, günler ve tarihler de işaretlenir. çocuk o gün olumlu hareketi gerçekleştirdiyse gün ve eylemin kesiştiği haneye gülen suratlı çıkartma, aksi durumda ise asık suratlı çıkartma yapıştırılıyor. normalde bir eylem için bir çalışma yapılırken benim gibi maymun iştahlı ve aceleci bir annenin listesi; sabah-akşam sütü, uyku, anneanneyi üzme, ödevlerini yapma, günlüğünü yazma, diş fırçalama gibi uzuuun kalemlerden oluşuyor. dün çok hevesle ilk günü biraz asık surat, biraz gülen surat atlattık.

bugün sabah sütümüzü de içip gülen suratı yapıştırdık, ardından " anne hadi gidelim. bir an önce okula gitmek istiyorum " dedi. nasıl mutlu oldum, nasıl. sonra yüksek işe giderken keremo'nun okula kum torbası ihtiyacından dolayı gittiğini, diğer çocukları hırpaladığını, öğretmenin diğer çocukların şikayetçi olduklarını söyledi. ne hale geldim görmeliydiniz. neden uyumsuz benim çocuğum, niye insanları hırpalıyor, nasıl yani, biz ona bir kez bile vurmadık o neden buna meyilli ki, acaba biz ona vursak dayağın kötü olduğunu anlar mı diye onlarca soru geçti kafamdan. yüksek de önce seviniyordu " heh hee, bizimki herkesi dövüyor " diye, hiç de iyi birşey olmadığını anlatınca da gidip keremo'yu öğretmene şikayet eden çocukları ispiyoncu diye kınamaya başladı, hatta anneanneye bu durumu anlattığı için öğretmeni bile hafif muhbirlikle suçladı ya. annem, okula gidip öğretmenle yüksek'in konuşması gerektiğini söylüyor; gitsin anasınıfına, diğer velilerin ortasında " sizin çocuk uyumsuz, kavgacı, diğer çocuklara çok sataşıyor, evde kavgayı teşvik eden hareketler yapmayın " desin, görsün gününü diyor. sanki bir evde devamlı boks yapıyoruz.

oldukça karışık bir yazı oldu, kaale almayın. hatta okumayın bu yazımı. direkt kafa karışıklığı olarak dökmüş olayım eteğimdekileri...

öptüm sizi şekerler

24 Eylül 2007 Pazartesi

ruhun halleri


insan ruhunun kaç hali vardır acaba? sayan olmuş mudur? acaba seda saymış mıdır? ( mesela bana okulda sesimin kaç desibel olduğu hep " en zeki arkadaşlarımca " sorulmuştur ) diyorum ki, haleti ruhiyelerine söz geçiremeyen, huzursuz, anksiyete mağduru, hiperaktif ve bir yandan da eylemsizlik moduna girmelerine çeyrek kalmış olanlar; sizlere sesleniyorum. biraraya gelsek, ne güzel bir negatif enerji patlaması olur di mi? şahsen ağzım sulandı; şöyle bir mizansen tasarladım hatta; en önce ben gelmişim buluşma yerine, asık surat, siyah kazak, eski bir denim pantolon, siyah bir ayakkabı giymişim. asık suratımdan tanıyamazsanız giydiklerimden tanırsınız beni. ilk gelen mesela, meselaaaa ayşe adında bir arkadaş olsun. giriş cümlesi " hasta mısın sen, neden topluyorsun bizi buralara " merhaba filan yok!!! gıcığız ya, herşeyin antisiyiz ya. kimsede kendini başkalarına sevdirme kaygısı da yok zati. sonra diğerleri geliyor, kimi buluşma yerini beğenmiyor, kimisi bu yeni tanıştığı insanlara gıcık olmuş. bir kısmı buluşma tarihini beğenmemiş, fazla vakti yokmuş filan. hatta herkes aynı şeyi giyse, mesela tek zorunluluk bu olsa. ismini yazdıran herkes tamamlanınca sırayla sinir olduğumuz şeyleri anlatsak. ben seramik ve beyaz zeminlerde yere düşen saç / kıl gibi şeylerin görüntüsü diye başlasam.

ve sıralasam:

2. otobüs ve minibüslerde iki kişilik koltukların birbuçukluk kısmını kaplayan insanlar

3. konuşurken dibime dibime yaklaşan insanlar

4. mesela birine " ben bu akşam rahatsız olduğum için gelemeyeceğim, arkadaşlara söylersin " diye rica ettiğimde onun bu cümleyi " hııı o bu akşam gelmiycek " diye aktarması

5. keremo'nun mızmızlanıp yemek yememesi, süt içmemesi ( yani günde üç kez tekrarlanan sahneler ) buna mukabil kola, canlıca ( canlıca diyor adam ya :-))) gibi asitli içeceklerden galon galon içmek istemesi

6. gece uyandığımda mutfak veya banyoya yöneldiğimde ben geliyorum diye aceleyle o mekanları boşaltan hamamböcekleri, hayır rahatsız etmek değil niyetim. niye kaçıyorlar anlamıyorum

7. ismini zikretmek istemediğim, bir kaç yazıma konu olmuş bir kaç insan; dürüst olmadıkları için sinir oluyorum. sırtımı onlara asla dönemiyorum. bununla birlikte içimde onlara beslediğim duyguları asla da ifade etmemem gerekiyor ( terbiyesiz olmamak için )

8. durağa geldiğimde kaçan otobüsün egzost gazını yüzümde hissetmek

9. Allah'ım beni affet ama tüm tren, otobüs, vapur ve sair toplu taşıma araçlarındaki muhtelif kokular

10. başkalarının ayakkabılarına dokunmak, düzeltmek zorunda kalmak filan ( mesela misafir geldiğinde gitmesine yakın bir ayakkabı düzeltme ritüeli vardı bizim evde, sinir olurdum. evde küçümen olmasa ayakkabı ile girilmesini sağlayacağım ki böyle bir işkence olmasın. gerçi bizim evde böyle kurallar yok, ayakkabısını giymek isteyen düzeltir kardeşim ! )

11. en sevdiğim hobim olan para biriktirmeye başladığım saniye ortaya çıkan beklenmedik giderler

12. trafikte kendilerini en iyi şoför zanneden tayfa. oysa ben onlardan daha iyi sürücüyüm. bu böyle biline

bu liste uzar gider, otomobil uçar gider. düşünün toplantıda 12 kişi var ( twelve angry men'e atıfta bulunaraktan ) ve herkesin böyle uzayıııp giden ( o tren yollarııııı ) listeleri var. toplantı sonunda da masaları, sandalyeleri devirip birbirimize şöyle en temizinden sopalar çekip tüm stresimizden ve gerginliğimizden arınmış olarak evlerimize doğru yola koyuluyoruz. adeta hamur gibiyiz hamur, çamur sıçratan arabaya, el kaldırmanıza rağmen durmayan boş taksiye tek söz edecek halimiz kalmamış. ne güzel di mi?

hadi ben kaçtım

not ( bu not size değil sayın okurlarım ): sayın yüksek yargı organları bu yukarda yazdıklarım bir senaryodur. fiction yani, gerçeklikle veya provokasyonla hiçbir alakası yoktur hakeza intihalle de. tamamen kendi zihnimin uydurduğu abuk subuk bir nesir eserdir. lütfen halkı galeyana getirdiğim sanrısıyla blogumu kapatmayınız. yok illa kapatacağız diyorsanız da lütfen psikologumun seans ücretini size fatura etmeme müsaade ediniz. bu zıp zıp düşünceler beynimi kemiriyor, paylaşmazsam durum vahim olur inanın. saygılar sunarım.

2. not ( bu not sizin içindir sevgili okurlar ) : ben ve arkadaşım deniz ( hani ardıç'ın annesi ) bir gün beş yıldızlı otellerde deniz'in şirketi için toplantı yapılabilecek en makul ve güzel yeri arıyorduk. taksim'de büyük bir otelin ( ismini söylemeyeyim ) ilgili müdiresi bizi ağırlarken toplantı salonlarına çıkmak için asansöre bindik. son anda asansöre aynen benim gibi giyinmiş ( siyah balıkçı kazak, siyah dizüstünde kaban, koyu renk denim pantolon, siyah botlar ) oldukça yakışıklı bir adam bindi. şaşkın bir halde kısa süre birbirimize baktık. ben kimseye uzun uzun bakamam zaten ( eğer o kimse fotoğrafta değilse, hatta fotoğraftaysa bile uzun uzun bakamam. beni görüyor gibi geliyor, rahatsız oluyorum ). deniz'le biz çaktırmadan gülmeye başladık. yüksek katlardan birinde adam indi, ben de hemen peşinden seğirttim ( adamın yüzüne bakamıyorum uzun uzun da peşinden koşabiliyorum :-)))) ) ardımdan deniz seslendi " geri dön, biz bu katta inmiyoruz " dedi. müdire hanım da benimle eğlenirken bir de ek bilgi verdi " o bey .....................'ydi. otelimizin sahibi ! "... bir hafta sonra da gazetelerden birinde bu ruh ikizimin sosyetik bir hatunla evlenme törenlerinin fotoğrafı vardı. sonra kendisinden başka haber alamadık. bitti yani. sıkılmıştım zaten. her bakımdan beni taklit eden birisi, ııhh hıh, hoş diiil.

bu arada bir keresinde zürih sokaklarında charlie sheen'i gördüğümü ve bana gülümsediğini anlatmış mıydım size? ama ona da resti çektim, yürümez böyle, bırak peşimi dedim.
bono da ne yazık ki benden rest gören hayranlarımdan biridir. gerçi onu biraz fazla kırdığım için yakında kendisini ziyaret edip " en azından dost kalalım " diyerek gönlünü almaya çalışacağımdır. ne yapayım, huyum kurusun, biraz kaprisliyimdir. bende bitti mi bitmiştir, dönüp arkaya bakmam!

iyi günler diliyorum size
3. ve son not: en yukarıdaki foto keremo'nun daha bir ( 1 ) yaşındayken fotoğraf makinasını istediği ve vermediğim için buhranlara girdiği, afra tafra anında çekilmiş bir görüntüdür. gıdısını yeme isteği uyandırıyor bende feci şekilde. ancak kerata artık yanağına öpücük bile kondurtmuyor, nerde kaldı gıdıdan öpmek? başım ağrıyor.

22 Eylül 2007 Cumartesi

ramazanın gülü güllaç


arkadaşlarım, leziz cumartesiler dileyerek açıyorum köşemi bugün. önce size konu başlığı ile ilgili olayı anlatayım. dün yüksek'le aç bilaç eve doğru giderken nutella mı alsak güllaç mı polemiğinde galip gelen taraf güllaç olunca eve saffet abdullah paketiyle girdik. yemek öncesi hızlı hızlı gullaçı hazırlarken gördük ki fındık, fıstık veyahut ne bileyim ceviz gibi katkı maddelerinin tamamının nesli - en azından bizim evde - tükenmiş. olsun, ramazanın gülü güllaç sade de güzeldir diyerek nişasta yufkalarımıza şekerli kaynar sütleri boca ettik güzelce. yüksek şekeri ve sütü fazla koyduğumuzu düşündü filan. sonra ben tahammülsüzlüğümden kelli güllacı hemen balkona koydum ki acilen pastörize!!! olsun, soğusun. kaynar sütlü halde yenemeyeceğine ve soğumasını beklemeye de sabrım olmadığına göre başka ne yapabilirdim ki? neyse efendime söyleyeyim; yemeğimi zor bitirdim güllaca başlama telaşımdan. balkona gittim, tepsiyi kaptığım gibi içeri girdim. durum 1 - 0. sütler yokolmuş. güllaç sütün hepsini içmiş. neyse daha lezzetli olmuştur, hımmm miss gibi sütlü şekerli yufka derken hemen koca bir dilim attım tabağa. ıh ıhh. yenmiyor. şekeri de az olmuş zaten. zar zor ilk dilimi bitirdim, yanılıyor olma ihtimalini düşünerek ikinci dilimi aldım, o da zorlaya zorlaya bitti. şekersiz, kuru ve lezzet yoksunuydu. tez elden şöyle kıyak bir güllaç gelip du damağımda kalan tatsız hatırayı silmezse artık güllaç yiyemeyecek durumdayım. bir tepsi güllacı tek başına bitirebilecek potansiyelde olan ben güllaç hayatıma noktayı koymak üzereyim. yetişin, barıştırın bizi güllaçla ve yüksek'in bir daha güllaç yapmasına engel olun. yoksa osmanlı'dan kalma bu lezzetli tatlının sonu gelecek, haberiniz olsun ustalar. halk aynen benim gibi güllaçtan soğuyacak. maazallah bu ramazanın gülü güllaç efsanesinin de trajik finali olur yiğitler, davranın. adresi biliyorsunuz, para gönderdiğiniz adres, hemen bugün. zaten siz değilseniz kim, bugün değilse ne zaman?????

ev işi baabında yapmam gereken o kadar çok iş var ki, neresinden başlamalı bilemediğimden hiçbir yerinden tutmuyorum. ortalık hala torba dolu, eşyalar ev sathının dört bir yanına dağılmış. dolaplar olmadığından kelli o çuval cinsi şeyleri kıpırdatmaya da gerek kalmıyor. tiz elden artık yerleşile bu eve ve bu işkence bite. benim gibi obsesif bir kişilik için bu kertede dağınıklık, düzensizlik ne mene bir işkencedir bilir misiniz? dağınıklık düşmanı ben dağınıklığın bir parçası oldum. ruhun ızdırap içinde.

bunun haricinde, mevsim olarak şırıl şırıl terlemediğimiz, serin rüzgarın etrafımızı sardığı, ve benim en sevdiğim mevsimdeyiz. o vakit neden bu kadar sinir olabiliyorum her şeye ve de asabiyim ben? boşver bunlar hepsi bahane değil kardeşim, asabiyim işte.

her daim sinirim tepemde değil elbette ama hanehalkım ve dış mihraklar " sinirküpü " tanımlamasını yapıyorlar benim için, sürekli ve her yerde. onlar sinirlerini aldırmışlarsa ve hiçbir şey umurlarında değilse, gamsız gamsız yaşıyorlarsa ben ne yapabilirim? bu hayatta sinirlenecek bir şey bulamayanlar ya ölmüşlerdir haberleri yoktur ya da sinirlerini aldırmışlardır diş tedavileri esnasında. bunu bilirim bunu söylerim.

hatta konuyu kapayıp gitmeden önce bir anımı daha anlatmak istiyorum; biz bu eve taşınırken ( veya turmanırken mi demeliyim, beşinci kat, asansörsüz ) ellerimde torbalarla kan ter içinde merdivenleri herhalde yirmibeşinci kez arşınlarken kat maliklerinden biri kapısından başını uzattı ve " duvarlara dikkat edin, zarar vermeyin, çizmeyin. düzgün taşıyın eşyaları! " dedi. hasbinallahüvenimelvekil!!! gel de sinirlenme ve " tabi teyzecim, zaten benim bu kule eve taşınma sebebim duvarları korumak, boyaları saymak, yurdumdan, milletimden, özümden çok sevmektir. varlığım bu duvarlara armağan olsun " de diyebilirsen.

hadi dağılın hadi!

20 Eylül 2007 Perşembe

perşembe kerameti

eski bir arkadaşım geldi bugün ofise. epey konuştuk. önümüzdeki günler güzel şeyler getirecek inşallah.

her gecenin sabahı var sahiden, yani galiba. umutsuzluğa kapılmazsak çözülecek herşey zannımca. her şerde bir hayır olduğunu bize işsel fake atan bir beyden sonra anlamıştım zaten. geçen haftalarda cereyan eden ve yine kötü diye nitelendirdiğim ikinci hadise bize HER ŞERDE HAYIR VAAAAAAAR olduğunu anlattı tekrar.

Allah herkese hakettiğini versin diyeceğim, konuyu ramazan-ı şerif münasebetiyle burada keseceğim.

* dün akşam yeni evde ilk kez kaldık. hafif irite edici balkondan gelen hışır hışır kuş sesleriiii ovalaraaaa yayılıııır
* okulda bizimki bugün bizi tanımıyormuş gibi davrandı. olsun biz tanıyoruz onu. ödevlerini yapmıyor. biz de yapmıyoruz.
* dün üçyüz bin ytl'yi tahsil edemedim. ayın dokuzunda da tahsil edememiştim. dokuzunda onbeş ytl, ondokuzunda da on ytl verdi kurum. bakiyeyi sanıyorum yirmidokuzunda alacağımdır. o vakit sizi tanımayabilirim, hazırlıklı olun. kimliğiniz yanınızda olsun manasında değil, siz de beni tanımayın şeklinde.
* zehrişko ya dublin biletine sevinmedi ya da cidden hasta diye sesi telefonda neşesiz geliyordu. valla eğer memnuniyetsizliği sevinç çığlıklarına dönmezse iade etçem biletini görecek gününü. ondan sonra atlasın atının terkisine düşsün peşimize irlanda yolları taştan. tuna, alpler, filan artık evropa'yı dolaşa dolaşa gelir bizim yanımıza, heh hee...
* ufff yeni fikirler benim ne kadar hoşuma gidiyor, en ufak bir yeni proje bile hayata daha sarılmamı sağlıyor. itinayla yeni proceleriniz beklenir efendim.

öperim sizi tek tek

19 Eylül 2007 Çarşamba

haberler


canlarım, fazla vaktim yok. acilen ofisten çıkmam gerekiyor. sizi de habersiz bırakmak istemiyorum. onun için hızlıca sıralıyorum... buyrunuz

1. irlanda biletlerini bugün aldık. inşallah bir aksilik çıkmazsa 25 ekim'de yolcuyuz.
2. keremo dün okula başladı. pazartesi gitmeye ikna edemedik. daha doğrusu biz haftasonu taşındık ya, işte pazar akşamı yorgun argın konuşurken ben keremo'ya " aman da benim oooolum yarın sabah okullara gidecekmiş " dedim. cevap verdi " hııı sen öyle san "... ve gitmedi tabi ki pazartesi. salı günü ağlamasına rağmen anneannemiz, mehmet ve ben tuttuk kulağından okula gittik. nasıl hoşuna gitti, nasıl. çıkışta ağzı kulaklarındaydı. eve gelen herkese " ben bugün okula gittim " dedi.
3. bugün ise beni tehdit etmek için " madem sen benim istediğimi yapmıyorsun, ben de yarın okula gitmiyorum " dedi. eşek.
4. bugün üçyüz bin ytl geliyor. ofisten neden aceleyle çıkmam gerekti sanıyorsunuz :-)))) inanmadınız değil mi? tamam inanmayın siz.
5. imalat sektörü nereye gidiyor memleketimizde? bazı tür imalatlar ( i.e. atık ) aynen devam ediyor da kullanılabilir ürün imalatı konusunda ciddi bir basiretsizlik ve başarısızlık var.
6. lütfen hep iyi şeyler olsun hayatta...

seviyorum sizi canlarım, çarşamba'ya gidiyorum, geleceğim.

17 Eylül 2007 Pazartesi

moloz dökmek yasaktır

canlarım iyi haftalar... ( bu arada telefonla bana moral veren nihayet'e nihayet teşekkür edebiliyorum. bu arada adana seyhan'dan yorum yazan nadide okur arkadaşın da bizzat ve şahsen o olduğundan şüpheleniyorum... )

haftalardır beyninizin etini yemek suretiyle mükerrer şekilde taşınıyoruz feryatlarımdan hepinizi yardıma çağırdığımı anlamadığınız veya anlamıyormuş gibi davrandığınız için dün kendi başımıza taşındık. birinci kattaki mesut evimizden beşinci kattaki kuş yuvasına göçtük. kuş yuvası lafımda ironi aramayın evde gerçekten kuşlar var. çatı katı olduğundan ve çatıdan odalardan birine açılan bir kapının mevcudiyetini farkeden kuşlar evin çatısının batı kısmındaki bir açıklığı keşfetmişler. şimdi o açıklığı iniş pisti, bizim çatı kapılı odayı da apron olarak kullanıyorlar. odayı cuma temizliyorsun, cumartesi sabahına bir çuval güvercin gübren oluyor. galiba ak sakallı dedem bana yeni bir iş alanı verdi. kuş gribi vakaları da hazır küllenmişken bu tamamen naturel gübreyi okutabileceğim merciler var mıdır sizce? hatta işi ilerletip güvercinleri de değerlendirsem ve güvecin çevirme pişirsem? güvercin etinin tadı nasıldır acaba? amaaan bana ne, ben zaten et sevmem. üstelik insan eti dahi yeniyorken uça uça bolca kas yapmış mahlukat ziyadesiyle yenir, di mi ama?

girişimci ruhum yine iş başında, konuyu bu sefer o dağıttı. benim hiç suçum yok! söylemek istediğim şudur arkadaşlar. 7 sene içinde toplam beş kez taşındım, bir evde iki yılı doldurunca ruhum adeta sığmaz oluyor o eve ve yollara koyuluyoruz. tüm taşınmalarda kendi kendime " bu kez odalardaki eşyaları sırayla, sakin sakin taşıyalım, taşıdığımızı hemen yerleştirelim ki en son seferki gibi eşyaları kolilerden çıkarmamız altı ay sürmesin " telkinim yine tutmadı. tek fark bu apartmanda asansör denen icat olmadığından eşyaları büyük boy çöp poşetlerine ( mavi renkli ) ve daha büyük boy siyah polyetilen ( feci kötü kokulu bir naylon cinsi, elinizi sürdüğünüzde de - adeta kanserojen - küçük küçük topçikleri hissediyorsunuz ) çuvallara doldurduk. şimdi bir odaya onları şehir dışındaki boş alanlar atılan molozlar gibi yığdık. içlerinden bir eşya lazım olduğunda parmaklarımızla torbada delikler açarak içine bakıyoruz. aradığımız şey içindeyse deliği büyütüp içinden çekiyoruz. çok rahat oluyor. koliler bu uygulamayı yemiyorlardı.

mutfakta hepinizin evinde olduğu gibi doğalgaz yok. tüple ocak kullanabiliyorsunuz. elektrik kullanırım uyanıklığını düşünmeyin çünkü elektrik de yok. çatı katı olduğu için dolaplar da sığmıyor. tümünü üstten kestirmek gerekecek. çok uzun boylu olmamam sadece burda işe yaradı, maazallah ayaklarımı kestirmem gerekebilirdi veya sürekli çömelerek yürümem, ne sinir birşey. insanın bacakları sızım sızım sızlar.

sağolsunlar bizimkiler " bu ev en üst kat olduğu ve civarda başka ev olmadığı için perde kapatman gerekmez " diyorlar. hoş ben diğer oturduğum evlerde de perde kapatmıyordum, ruhum zaten sıkılmak için bahane arıyor, perde merde uymaz bize. hadi tül denilen ince şey neyse ama öyle kadife, keten ağır perdeler bu bünyede durmaz!

eee, asansör yok, elektrik yok, gübreyi satınalan yok, güvercin çevirme salonuna müşteri gelmiyor, eşyalar dolaplar kurulamadığı için moloz torbaları gibi odalarda bekliyor. biz bu eve nasıl alışacağız???

not: en son 1988 yılında bodrum'a gitmiştim ( üfff neredeyse yirmi yıl olmuş ), tam yahşi'den geçerken " moloz dökmek yasaktır " tabelası vardı. o zamanlar kodadım tdk değildi, moloz kelimesini de birbirimizle dalga geçmek için kullandığımızdan kelli anlamını bilmezdim. hani öylesine dalga geçmek için söylüyoruz sanırdım, işbu sebeple o tabelalar beni çok güldürürdü. hey gidi günler be, o tabelalar bir gün benim gibi mühim bir yazarın konusu olacaklarını biliyorlar mıydı acaba? lütfen relax pozisyonuna geçmeyelim, konuya uygun bir şarkıyla kapanışı yapalım.
... honki ponki torino
şabama mumbo kozizo
muşe muşe kupopo kozizo
çiki çiki şayne çikitaktooo
hiçbir anlamı yok bu sözlerin
sadece rahatlamak için söylerim
haydi geeel beraber söyleyeliiiim ooo...
( ooof , of... acaba hakkatten bize müstehak mı? )

( hala fotoğraf makinasının parçasını almadığımdan evin fotoğrafını çekemedim, aslında belgelemek isterdim. kusura bakmayın, idare ediniz lütfen, sinirlenmeyeyim şimdi )

hadi selamlar, yolu biliyorsunuz, göndermeye gelmesen ayıp olmaz değil mi?



12 Eylül 2007 Çarşamba

hırsım hırsız

( yine levenshtein distance'a atıf yaptım müsaadenizle )

sevgili okurlarım, tatsız bir yazıya hazır olun. isim vermeden sevimsiz bir konu anlatacağımdır. çünkü damarlarıma basılmak suretiyle, muhtaç olduğum kudretin içlerinde dolaşmasına harici bedhahlarım engel teşkil etmektedirler. bu yazının asıl muhatabı; eğer okuyorsan yaptığının iş ahlakına, aile hukukuna sığmadığını düşündüğümden yazıyorum, başka sebep arama.

canlarım, biliyorsunuz geçenlerde bizim bir düğün vardı, çalgılı, oynamalı, göbecikler atılan ( benden asla beklemeyin böyle şeyler, ne zamanki yerebatan sarayı'ndaki medusalar oynar işte o gün benim de oynama, kıvırtma günümdür. oooh yandan yandan ) kınalar filan oldu hatta, yazdım ya. bu gelin hatun - kocası olan çocuktan hazzetmediğimiz için - benle kardeşimi nişan, düğün filan gibi konulardan münezzeh tuttu, müstakbel evine yerleşme konusunda yardımlarımızı " gerek yok gelmenize, yardım edecek bir şey yok zaten ... " gibi cümlelerle savuşturdu. amma velakin gelinlik, kına elbisesi, saç modeli gibi kendi zevkine güvenmediği konularda bizi uğraştırdı ( hoş biz de güvenmeyiz onun zevkine ). kendi başına yapmaya çalıştığı, aklınca bizim burnumuzu sokturmadığı ( içten olmak gerekirse insan elinde olmadan bildiği yol yordamı paylaşmaya çalışıyor, akrabalık bağları sebebiyle. yoksa mecburiyet veya onun bize geçmiş binlerce hakkı olduğundan sanılmasın ) tüm işleri; ev eşyası, alınan malzemeler, gelinlik, ayakkabılar filan gibi tüm konular, gerçekten tüm konular, o kadar ters gitti ki... " neden acaba " diye sormuş mudur kendine? sahte davranışlarımızın sonuçlarını yine biz toplarız ey millet!!! ( durun. bunu latinceye çevirsem, roma medeniyetinden kalma, cicero'nun bir sözü diye inandırabilir miyim sizleri okurlarım " engin bilgi dağarcığım vardır " açısından ? )

biriyle, sevmediğin biriyle evlenmek için tüm gemileri yakıp yıkar mısın? etrafımız, kimseyi dinlemeden, düşünmeden evlilikler yapıp kuyruğunu kıstırıp dönen bunca insanla doluyken hiç ders almadan aynısını bizim de yapmamız mı gerekir? ya da arkadaşlarımızın dediği gibi biz mi fazla değer veriyoruz insanlara? gene kasım ayında ( 2006 ) aynı hadiseyi bir başka hatun yapmıştı bize, saygısızca kapıyı çarpıp gitmişti. sonra o denli abuk subuk durumlar geldi ki kendi başına, şaşırıp üzülmekten bize yaptığından dolayı bunları yaşadığını düşünemedik bile.

peki canlarım, biz safız, fazla değer veriyoruz insanlara... hepsi kabul. peki hırsızın hiç mi suçu yok? kabul edin ya da etmeyin, bu şekil davranan insanlar aslında kendileri kaybediyorlar. bu böyle olmuştur ve olacaktır. i prefer feast with friends to a giant family... jim morrison, canım benim; me too ( eh ingilizce bilgimi de gördünüz, artık bana dışişlerinde bir iş ayarlarsınız sayın büyükelçilerim )

eğlenceli bir yazıda görüşmek üzere, bu bir mezüre. öptüm sizleri en hızlısından. dün akşam çemberimde gül oya dizisinde solculardan birini oynayan tiyatrocu komşumuzla tanıştım. dağılalım hemen, polis gelip bizi tartaklamasın.

aklıma gelmişken; bizim okulda bir hocamız vardı, adı aklımda kalmamış ( 250 yaşına gelin sizin de hafızanızı da görürüz ) işte o hocamız derdi ki " çocuklar bu anlattığım konuya katılanlar el kaldırsın ". sınıfta 2 kişi el kaldırırdı. " peki katılmayanlar el kaldırsın ", sınıfta kimse el kaldırmazdı. sabırlı bir eğitmen olduğundan üçüncü soruyu da sorardı " fikrim yok diyenler " yine kimsede ne bir el kaldırma ne bir ses. bunun sonucunda hocamız " çocuklar sizlerle ben kırk yıllık evli karı kocalar gibiyiz. biri sürekli konuşuyor, diğeri ses çıkarmadan ve hatta dinlemeden gazetesini okuyor. en azından fikrim yok demeye bile üşeniyorsunuz " bunların tümünü kızmadan, masanın bir köşesine usulca oturarak yapardı. çok beyefendi duruşlu biriydi. gerçi itiraf ediyorum bu o hocayı ilk ve son görüşüm oldu. dinlemeyeceğim derse girmeme düsturu edindim o derste. işte aynı sevecenlikle soruyorum yavrularım ( mahsuru yoktur böyle seslenmemin değil mi? yaşıma hürmeten ) neden yorum yazmıyorsunuz? yoksa okumuyor musunuz? en azından " okumuyorum " yazın, rica ederim. bakın sonunda demoralize olacağım göreceksiniz. o olacak yani!!!! hadi dağılın lütfen

11 Eylül 2007 Salı

şaşı bak şaşır







( eskiden bu isimle sunumları yapılan fotoğraflar / resimler vardı hatırlar mısınız? ben halihazırda boyut değiştirmeye meyilli biri olarak hepsinin içinde anında kaybolup ikinci resmi görürdüm. ruhani bir kişiyim mi demek bu acaba? hı doktor beyler ve hanımlar, nedir bu durum? ölecek miyim? yukarıda size bu tür üç resim sunuyorum, gary w. priester'in hazırladığı. bakın bakalım ne göreceksiniz)

bugün fikir sıçramalarım var; buyrun buradan yakın, ya da yakmayın. sigara sağlığa zararlıdır.

* taşınmaktan bahsetmiştim ya. işte o evin boya vesair işleri bitmiş. istediğimiz an taşınabiliyormuşuz. amma velakin " lütfen tüm duvarlar beyaz olsun " talebime selefimiz " lila duvarları beyazla kapatmak için tonla para ödeyemem " diyerek bize morların soylu kasvetini bırakmış. sağolsun. hala bu yeni evden çok umutluyum, belki çok üst katlarda olması ( altıncı katta ev ve binada asansör namevcut. annem geçenlerde bana " o daire en üst katta, binada da asansör yok " dedi. keremo cevabı yapıştırdı " anneanne merdiven yok mu? vaaar. merdivenle çıkarız ! " ) bulutlara elimizi uzatabileceğiz böylece, belki keremo'yla benim ortak bir çalışma odamız olabilme ihtimali bu eve ısındırdı beni. eşya taşımak ve yerleştirmek zahmetli olsa da başlangıçlar neşe veriyor...

* sıkıntı bastığı ve sosyal açıdan kendimi olduğumdan daha güvensiz hissettiğim için gazete haberlerini matbu halde okumayı bıraktıydım ben. amma velakin bu kez de internet üzerinden okuyorum. ne değişti sanki? yine aynı buhranlar, afakanlar basıyor. bugünki haberler tam nightmare on elm street tadındaydı. bahsetmek istemiyorum.

* bir arkadaşımız, deniz karaağaç - ropörtajdan hani, hatırlarsınız; geçenlerde evlendi ve eşi izin vermediği için işe dönmediği gibi telefonla dahi nezaketen bir açıklama yapmadı... çok ayıp. yorum yapmak istemiyorum yine de, amacım kendisini rencide etmek değil, akıl, mantık sahibi olduğunu zannettiğim birinin bu denli anlamsız hareketini doğru bulmadığımı belirtmektir. kuyruğunu kıstırıp dönmek zorunda kalmak da var işin ucunda. kapıları çarparak çıkmamak lazım.. ex nihilo nihil fit deriz biz bu duruma eski roma'da...

* dublin'de hala ucuzundan ve temizinden bir otel bulamadık. zaman daralıyor, saylonlular gelmeden önce boyut değiştirmem lazım. galaktika başlıyormuş, ben sever izlerdim, deneyiniz.
* ünlü birisi kendine altıbuçuk milyara ( yeni parayla altıbin beş yüz ) çizme almış bu kış hiç üşümemek için.

* hala üçyüzbin lirayı buluşturamadım. cumartesi aldığım - utanmadan keremo'ya çektirdiğim - milli piyango biletine onbeş lira çıktı, bileti beş liraya almıştım. bu yolla üçyüzbin lira birikir mi sizce?

* dün akşam bizimki babasıyla bir gezme olayına gitmektense benimle evde kalmayı tercih etti. nasıl havaya girdim anlatamam, tercih ediliyorum yaf!!!

* bu sabah yedibuçuk'ta sokakta scootera binen sadece biz vardık; keremo'yla ben. aslında ben sadece onun peşinde koşuyordum, dörtnala. o kadar hızlı gidiyorki, artık yetişemiyorum. size pazar gününü de anlatmadım değil mi? hımmm, bugün yazmaya çalışacağımdır nasıl zehra'yla benim ömrümüzden ömür gittiğini :-))))

* uykum var, şöyle tepelik yemyeşil bir alana, mesela patrica gibi denize nazır bir yaylaya bembeyaz, her tarafında uçuşan tüller olan bir yatak kurulsa. ipek geceliklerimle ( aslında pamuklu tercih ederim, ama ambiansa uymaz ) gelip yatağıma uzanayım. esintili, serin ve güneşli bir gün olduğu için usulca kuştüyü örtülerime sarınayım ( bu örtülerin hazırlanmasında hiçbir hayvan zarar görmemiştir ).. uyuyayım, uyuyayım. uyandığımda herşey güzelleşmiş olsun, ben, dünya, hayat, hepimiz... hepinizle tek tek tokalaşayım, mutluluğumu paylaşmak adına, vakit nakittir demeden, sakince. adresi veriyorum hemen gelin... tamaaaam, kalem kağıt almanızı bekliyorum adresi söylemeden önce. hepiniz yazan çizen insanlarsınız, neden kalem kaat bulunmaz elinizde her daim anlamıyorum. canım daim çekti şimdi de, ooof of, yaş ikiyüzelli, kilo da aynı. her kelime insana zararlı bir gıda hatırlatır mı ya? neyse ben kaçtım, koşarak. biraz kalori yakayım en azından. sağ üstte hayal ettiğim yatak modeli, altta da aklımda olan yeşillik var. bilmem anlatabiliyor muyum arkadaşlar?

10 Eylül 2007 Pazartesi

homme homini lupus

"ODTÜ’den Prof. Ayşe Karasu’nun şüphesi üzerine, uluslararası elektronik makale arşivi arXiv yönetimi, Türk fizikçilerin makalelerini masaya yatırdı ve 4 üniversiteden 15 Türk fizikçinin toplam 67 makalesinin intihal olduğunu belirleyip dünyaya duyurdu." ntvmsnbc'de yayınlandı bu haber. haberin ana başlığında arXiv'in kendiliginden bunu tespit ettiği izlenimi vardı. detayda ise bir profesörün şüphelenip, araştırıp, haklı olduğunu anladıktan sonra da ihbar ettiği yazıyordu. yorum yapmak istemiyorum, bilgi edinilmeli, birinden edindiğimiz bilginin aynısı kişisel birikimimizmiş gibi ortaya konmamalı. kopya nasıl ecnebi ülkelerde çok mühim ve kişinin eğitim hayatına damga vuran bir suçsa bizde de bunun üstünkörü bir uyarıdan daha vehametle ele alınması konusunda hemfikirim yazıda adı geçen insanlarla. ilave etmek istediğimse; ülkemizde nelerin hırsızlığı yapılıyor, nelerin. inanmazsınız benim bu sefil yazılarımı bile kendileri yazmış gibi gösterenler var. nasıl? inanmadınız mı? iyi peki inanmayın, zaten ben uydurmuştum, daha magazinel oluruz belki, okur sayımız artar diye. kaç kişi olduğunuzu anlamak için sağdan saymaya başlasam yüzük parmağına gelmeden durmam gerekir. asparagas haber istemiyorsanız o zaman okuyucu bulun diyeceğim ve asıl konuya geçiyoruz. buyrun, lütfen rica ederim siz buyrun. herkesin oturacağı yerler isim kartlarıyla işaretlenmiştir. lütfen kendinize ayrılmış bölüme oturmaya dikkat edin.

bu cumartesi hiç işe gidesim yoktu ( her zaman koşa koşa çalışmaya gelirim, bir şevk, bir heyecan... bu cumartesi gelmedi işte ). şöyle kapalıçarşı görmek istiyordum. iş çıkışı gitsek diye konuştuk yükselle. o da rahatsızlanınca vardım eve kaptım keremo'yu. aldık nevalemizi ( marketten süt, su ve kekten mütevellittir nevalemiz daima ) bindik metroya doğru beyazıt. the grand bazaar'a giderken etrafımızdan geçen pek çok araç kerem'in beni öyle kuvvetle çekmesine sebep oldu ki :-) nasıl hızlıca çekiyor " anne kenara gel, araba sana çarpmasın " diye açıklama da yapıyor. seviyor bu çocuk beni.. kapalıçarşı'da dolaşmaya başladık. kuyumcularda bana büyük taşlı ve süper gösterişli yüzükler beğendi. birkaç gün evvel bir ayakkabıcıda onbeş santim kadar topuklu, rugan kırmızı bir ayakkabı beğenmişti de almamıştım. çocuk ihtişam seviyor. malum yüzükler benim bütçemi fazlasıyla aşacağı için " sonra alırız, bir kaç yıl sonra " diye ikna ettim kendisini, bedesten'e yöneldik. bedesten yolunda bir kaç magnet almaya karar verdi keremo. bir, iki derken beş tane cillop gibi, fayanstan bozma magnetimiz oldu. dükkanda çalışan çocuk - yıllar sonra ilk kez sevimsiz magnetlerden beş tane alan birini bulmuş olmanın sevinciyle - bir tane de hediye etti. sırtımızda çantamız ( keremo'nun küçücük sırt çantası, içine ancak cüzdan sığıyor ), elimizde fayanslar mahmutpaşa'dan aşağı inmeye başladık. bizim aval aval etrafa baktığımızı gören esnaf sünnet kıyafeti satmak istedi. keremo da " anne alalım mı hem sünnet olmuş olurum ben " dedi. safım benim. kıyafeti giymenin sünnet olmak olduğunu zannediyor. " babanla gelip alırız bir gün, hem zaten senin sünnet olmana daha var " dedim. bir çeşmede ellerini yıkadı, t-shirtünü ve pantolonunun bir kısmını da. sonra kucağıma gelmeye karar verdi, kalabalıkta etrafı görmüyormuş. kucak yetmeyince de omzuma oturdu. o zaman normal insan boyuna geldi bence, ben kısayım, onca yükle iyice kısaldım. keremo omzuma oturunca etrafı görmeye başladı. hani renkli renkli plastik küçük halkalar satılır ya seyyar satıcılarda; renkli kalemlerle çok süslü çemberler filan yaparlar hatta. onlardan aldık. tüm spor malzeme satanlardan çocuklar için bilekli spor ayakkabı sorduk, yokmuş. bizde mısır çarşısı'na gittik. bizimki hayvan satılan dükkanları önceden biliyormuş, gidip muhtelif hayvan ziyareti yaptık, yavru ördeklerin gagalarını sevdik, yirmi dakika kadar!!!. yavru farelerin tüy, ağız ve ayaklarını da unutmadık. keremo onları da remy zannetti ( bkz. film ratatuy ). almak için ısrar etti de ben sadece remy ile akraba olduklarını, remy'nin mavi ve çizgi film olduğunu anlattım ( nasıl ama çok bilinçliyim değil mi? )

sonra mısır çarşısı'nda keremo oraletleri gördü, biz eve asla almayız. nasıl tanıdı bilmiyorum. hemen bir kaç tane kapıp ağzına atınca mecburen satın alalım dedim. adamlar hediye etmek isteyince " azıcık olsun o zaman " dedim diye nasıl ağlamaya başladı nasıl... başka bir dikkanda da farklı renkte ( kiwili, portakallı, kuşburnulu filan olduğunu söylediler. ama kiwili olan resmen fosforlu renkteydi ) oraletler görüp saldırdı. satıcı yine hediye etmeye kalkışınca mecburen karabiber filan satınaldım bende. mısırçarşısı'na o gün tüm istanbullular gelmişti. çarşıdan yeşilköy otobüs durağına yirmi dakikada ulaşabildik, elli adımlık filan bir yol, bilenler bilmeyenlere anlatsın lütfen. nasıl kalabalık, nasıl alışveriş hadisesi. keremo bu arada kalan oraletlerin olduğu poşete içme suyu ilave ederek kendine ikram etti. bunu nereden öğrenmiş bilmiyorum, biz hiç yapmıyoruz öyle içecekler, cidden. poşetteki tozla su kaynaşsın diye nasıl çılgınlar gibi sallıyordu görmenizi isterdim, sırada bekleyenler stresli; torba elinden kurtulur da üzerimize patlar mı acep şeklinde. yarı uyku yarı uyanıklık modundaki yolculuğumuz benim durağı kaçırma paniğim sebebiyle üç durak önce kapıya yanaşıp keremo'ya şoförle muhabbet fırsatı vermemle eğlenceli hale geldi. tüm düğmelerin ne işe yaradığını öğrendik, komik ve sabırlı bir şofördü. inerken bize iyi akşamlar dediğinde keremo adamı karizmatik bulmaktan vazgeçti; biz eve gitmiyoruz ki. daha galerla ( galerla bizim evde galleria'ya verilen ad )'ya gideceğiz, şoförün haberi yok dedi. şoför bizim herşeyimizi biliyor ya, bunu da bilmeliydi, çok ayıp. galerla'da da ayakkabı bulamayıp süper bır kılıç aldık. gerçek bir kılıç diyor keremo. sonra yol boyunca insanlara batırdık kılıcı, denedik, kimse ölmüyormuş neyse ki bizim gerçek kılıçtan. sonunda ninjayla ben eve vardık, banyo yapma, yemek yeme gibi ritüellerin ardından ikimizde postu yatağa zor attık.

yatmadan önce halkalardan renkli resimler yapmayı denedik, satıcının öyle kolaylıkla yaptığı şekillerin hiçbirini ortaya çıkarmayı beceremedik, eğer trapez, resim, geometri, roket kullanımı dallarının bir veya birkaçında başarılı değilseniz denemeyin derim. seyyarsatıcı kılığındaki ustaları da tebrik ederim, tek tek.

çocukla çocuk olmak yorucu bir iş.
not: foto yok çünkü kendi çektiklerimden başka fotoğraf kullanmaktan hazzetmiyorum. makinamın şarjı olmadığı ve içi de fotoğraf dolu olduğundan yeni foto da çekemiyorum. evdeki kablo kalabalığından sıkıldığım için bir akşam tüm gereksiz (!) kabloları poşete koyup çöp konteynırına attım. mehmet gelince anlattım nasıl o gelmeden hemen ortadan kaldırdığımı, o da gitti kabloları tekrar getirdi. işine yaramayacağını düşündüklerini tekrar attı, bir kısmını da kendine ayırdı. işte o yaramaz dediğim kablolar benim makinamın şarj ve aktarım kablolarıymış. bizim sokakta çöpler her akşam toplandığı için ya gidip halkalı çöplüğünde deneyeceğim şansımı ya da yeni kablo satınalacağım, kimseye çaktırmadan. yani bekleyin derim arkadaşlar. thank you for your patience