29 Kasım 2016 Salı

urlaub in angst

selaaaaaaaaaaaaaaaaaaam,

giriş şeklimden mutlu olduğumu anlamışsınızdır. mutluluk göreli bir kavram, kişisel sebeplerim var şu an kendimi böyle hissetmek için. lakin çok bireysel olduğundan, kendimden kelli kimseye bir faydası olmayacağı sebebiyle paylaşma lüzumu görmüyorum. ama mutluyuuuuuuuum, kendi adıma, böylesi bir ortamda içimde pırıl pırıl güneş barındırdığım için biraz utanaraktan mutluyum. gerçi bu yüzyılda çok fazla sürmez. en iyisi galiba çok bahsetmemek. şimdi gelelim asıl konuya...başlık ile kontrast teşkil edecek bir paylaşım ile başlamak isterim. "der spiegel" dergisinin, 9 Temmuz 2016 tarihli kapağı aynen şöyle:
(muhtemelen avrupalı bir aile, endişe içinde tatilde)

herhangi bir kimsenin korku içinde olması mutluluk duyulacak konu değildir. bununla birlikte, bizim yaşadığımızın adını da yazarak mukayese imkanı vermek isterim; leben in angst!

tam dünya birlikte kirleniyor, her yerde kan kırmızı akıyor. terör tehdidinin nerede olduğu önemli değil, canlı ırkını hedef alıyor olmasıdır konu olan, insanın insan öldürme arzusu. hangi amaçla olursa olsun...

geçenlerde "racing extinction" adında bir belgesel seyrettim. yönetmen louie psihoyos neslimizin, yeryüzündeki hayatın ne denli büyük bir tehlike altında olduğunu, kaçınılmaz sonun önlenemeyeceğini, ertelemenin ise sadece kitlesel işbirliği ile mümkün olduğunu, zaman zaman kamera karşısında ağlayarak anlatıyor. izlemenizi ısrarla tavsiye ederim.

(şu an tulipa ruiz - efêmera dinliyorum. harika bir albüm. akşamın darında hem yazmak hem de biraz olsun sakinleşmek isteyenler için bire bir. lütfen dinlemeyi deneyin. notaların çoğu daha sakin olduğunuz zamanları hatırlatacak, içinde kaybolmak isteyeceksiniz, inanın)

sabah, işe gitme çabası içinde trafikte ilerlerken yanı başımda sekiz - on kişi bir kavgaya tutuştu. yumruk yumruğa, hiddetle, birbirini ezmek istercesine. oldukça sinir bozucu bir sahneydi, nasıl uzaklaştım ben bilirim. sonra tüm gün gergindim. hepimiz ne kadar sinirliyiz, patlamaya hazır bomba gibiyiz adeta. neden bir norveçli sakinliği bize musallat olmuyor? biraz huzur istemek, mezopotamya coğrafyası için lüks müdür? akşam uyumadan önce o gün yaşadığı eğlenceli anları hatırlayıp gülümsemek, ertesi gün için tatlı bir heyecan dalgası içinde uykuya dalmak bu toprağın insanının hakkı değil midir?


harbe giden

harbe giden sarı saçlı çocuk!
gene böyle güzel dön;
dudaklarında deniz kokusu,
kirpiklerinde tuz;
harbe giden sarı saçlı çocuk!

orhan veli


(anakin skywalker)

bayramlık

koyunlar, keçiler ve koçlar için
ne kadar bayramsa kurban bayramı
bu barış var ya, bu barış
cephedekiler için o kadar barış

can yücel


(mahabharata)



bazı şeyleri açıklıyorum

soracaksınız: leylaklar nerede hani?
gelincik yapraklı metafizik nerede?
sözcüklerine incecik delikler açıp
onları saçan yağmur nerede?
kuşlar nerede hani?


her şeyi anlatayım.


kent dışında yaşardım,
madrid dışında, çanlarla,
saatlerle, ağaçlarla.


görülürdü oradan
kurumuş yüzü kastilya'nın
meşin bir okyanus gibi.
                       evime
çiçek-evi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı
duvarlarından çünkü:
güzel bir evdi
köpekleriyle, çocuklarıyla.
                         hatırladın mı, raul?
rafael, hatırladın mı?
                         hatırladın mı, federico?
yerin altında, 
hatırladın mı, balkonlarında o evin
haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına.
                                          kardeşim, kardeşim!

her şey
o kalın sesler, tezgâhların tuzu,
kabarmış ekmekler çıkaran fırın
ve heykelleriyle argüelles pazarı
kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde:
yağ akardı kaşıklara,
ayakların, ellerin derin çarpıntısı
sokaklarda büyürdü,
metreler, litreler, temel
ölçüsü yaşamın,
                       balık yığınları,
rüzgâr gülünü bile şaşırtan
soğuk güneşiyle kiremitler,
patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı,
domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga.

bir sabah tutuştu bunların hepsi,
bütün canlıları yutmak için bir sabah
fışkırdı topraktan
şenlik ateşleri,
silah vardı artık,
barut vardı artık,
artık kan vardı.
haydutlar geldi uçaklarıyla,
yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar,
takdisler dağıtan kara keşişleriyle
haydutlar geldi gökyüzünden
çocukları öldürmek için,
çocuk kanı aktı sokaklarda
düpedüz çocukların kanı aktı.

çakalların bile tiksindiği çakallar,
kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar,
yılanları bile iğrendiren yılanlar!
yüz yüze gelince bunlarla
kanını gördüm ispanya'nın,
kabarıyordu
bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!

hain
generaller:
ölü evimi görün,
bakın paramparça ispanya'ya:
erimiş maden akıyor her evden
çiçek yerine,
her çukurundan ispanya'nın
ispanya yükseliyor,
her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor,
gören bir tüfek,
kurşunlar doğuyor her cinayetten,
o kurşunlar günün birinde
on ikisinden vuracak yüreğinizi.

soracaksınız: şiiri neden
düşleri anlatmıyor, yaprakları
ve büyük yanardağlarını ana yurdunun?


gelin görün kanı sokaklardaki.
gelin görün
kanı sokaklardaki.
gelin görün kanı
sokaklardaki.
pablo neruda
(villages of andalucia © michelle chaplow)

(civil war, spain - picasso)

bundan başka bugün sizinle paylaşmak istediğim 
bir diğer konu, sermaye sahiplerinin kendileri 
insanlığın da sahibi gibi görmelerinin ne denli 
aşağılayıcı bir durum olduğudur. aşağılayıcı 
derken proleter kesimden bahsetmiyorum, 
kendileri kapitalizmin kuklası olmuş, 
maddi varlık dışında beslendikleri kaynakları 
olmayan kesimin durumunu kastediyorum. 
kızılderili sözündeki gibi; 

son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, 
son balık öldüğünde beyaz adam paranın yenmeyen 
bir şey olduğunu anlayacak...

28 Kasım 2016 Pazartesi

all my children

dicle hanım'ın ışıklarla dolsun yattığı yer, epeydir aklıma gelip duruyor "all my children". evet, gerçekten all my children, hepsini seviyorum çocukların. hmmm birden doğruyu söylemediğimi farkettim. sevmeyi beceremediğim bir iki çocuk var, umarım bu hissim değişir. bununla birlikte en öz çocuğuma bir nazım hikmet şiiiri ithaf etmek istiyorum, tam da şu özlem duygumun pik yaptığı günlerde. canım benim, kendi kanatlarını kullanman gerektiğine inanmasaydım, nasıl göz yumardım onca uzağa gitmene? hala kendimle mücadele ediyorum, suçluyorum bile kendimi, kızıyorum. inan bir anne için çok zor bir karar. yeniden aynı şeyle karşı karşıya kalsam aynı cesareti bulur muyum bilmiyorum. böğrüme oturan hüzün "hayır, öğrendin hasretin ne olduğunu, bir daha buna cesaret edemezsin" diyor..

çocuklarımıza nasihat

hakkındır yaramazlık.
dik duvarlara tırman
yüksek ağaçlara çık (sen elektrik direğine tırmanmıştın bir keresinde, ne yapacağımı bilememiştim, kereeeeeem, hemen in ordan, hayır dur yavaşça in diye söylenmiştim).
usta bir kaplan
gibi kullansın elin
yerde yıldırım gibi giden bisikletini...
ve din dersleri hocasının resmini yapan
kurşunkaleminle yık
mızraklı ilmihalin
yeşil sarıklı iskeletini
sen kendi cennetini
kara toprağın üstünde kur.
coğrafya kitabıyla sustur,
seni "hilkati adem"le aldatanı...
sen sade toprağı tanı
toprağa inan.
ayırdetme öz anandan
toprak ananı
toprağı sev
anan kadar...

1928

epeydir kişisel foto yayınlamamıştım, bir tane göndereyim. işte budur son halim...


keremo, geçenlerde ramayana destanı hakkında bir konuşma dinledim. ilgimi çeken kısmı seninle de paylaşayım: hani pek çok destanda anlatılır ya, hoca lanuyu himalayalara veya başka bir noktaya inzivaya gönderir, bu yolculuklar hep, lanunun en zorlandığı, çözüm bulamadığı zamanlarda gerçekleştirilir. bunun sebebi, destanların ekseriyetle nepal/tibet bölgesinden kaynaklanmasıymış. yani görünürde ölümsüzlük iksiri veya bilinmez bi çözüm kaynağı aramaya giden lanu, aslında kendi köklerine, tarihine iniyormuş. çünkü cevaplar, aradığımız şeyler, gelecekle ilgili ipucu, izini sürdüğümüz her neyse kendi köklerimizdeymiş.

tarih öğrenmek çok mühim, geçmiş bilinmeden geleceğe doğru yol alınmaz. alınır alınmasında da, mevcut duruma düşülür. hal-i pürmelalimiz ortada. bunun sebebi eğitimsizlik değilse, geçmişten ders almamak değilse nedir?

all my children, may Lord save and protect you all... 







hayat

merhaba,

yine çok zamandır yazmamışım. kelimeler çok birikti. bu satırları yazarken ispanyolca nefis bir parça dinliyorum, fazla odaklanmamı engelliyor, bir tür narkotik analjezik. tavsiye olunur; tuyo - rodrigo amarante. blogspot çerez vs kullanımıyla ilgili yeni bir bildiri yayınlamış, sorumluluk size ait şu bu... temiz sicilimi müzik için doldurmayayım. arzu ederseniz, yayın kanallarından birinden kolaylıkla dinleyebilirsiniz.

sonbahar geldi, bu sonbahar bana hüznü gerçekten getirdi. neredeyse narkotik analjeziklere varan bir teselli arayışına girdim, faydasız. hiçbir şey beynimin, düşüncelerimin yarısının daimi şekilde onda olmasını engelleyemedi. demek isiyorum ki çocuk; seni gönderirken başka ülkeye, aklımı da, sağduyumu da, metanetimi de gönderdim yanında. sen çok yaşa e mi? bu kadar iyi bir evlat olduğun için, sayende hayata daha sıkı sarıldığım için, kendin olduğun için, kocaman kalbin için sana çok teşekkürler.

ilk karşılaştığımızda da içime güneşi doldurmuştun, ağrım sızım geçmişti seni görünce. şimdi de benim devam olmayı sürdürüyorsun. omuzlarına bu kadar yük vermemeliyim diye düşündüm geçenlerde. sonra da dedim ki, o çaba sarfetmeden yapıyor bunu, gecenin gündüze dönmesi gibi, mevsimlerin akışı gibi.

arjuna'm benim, rama'm...

inan bana, bu hayatta benim başıma gelen en güzel şey sensin.


çocuklar (!) oyun oynarken


büyük ciddiyetle ne yapıyorlar acep...


tatil gülümsemesi


kim bilir dedesine ne muziplik yapma peşinde


kesin bir şey planlıyor ama ne?


yedi yaşındasın, harikasın, hep öyle olacaksın


2016 yaz, havuz çıkışı özçekim :-P