19 Ekim 2007 Cuma

das wörterbuch

bir arkadaşımız keremo'nun söylediği komik kelimeleri yazmazsak unutacağımızı söyledi. ben de yazıyorum;

aabak = ayakkabı

ağya yakalanmak = ağa yakalanmak

altın kusula = altın pusula

altun yüzage = altunizade

badi = başak

bakingan sarayı = buckingham sarayı

biro = puro

borgın king = burger king

canlıca = çamlıca

deyvit = zehra

ekitek = etiket

esinebeş = cinebeş

etedilik = elektrik

firamit = piramit

funday = hyundai

gaburga = kaburga

geler misin = gelir misin

geyk = geyik

hakkı baba = tavşan

haps = hapis

hibal = sibel

hokkay = yüksel

ılhamur = ıhlamur

jenatör = jeneratör

karhaman = kahraman

kepçak = ketçap

kondol = gondol

koyuşın = esmer ( sarışından mütevellit )

mekdanus = mc donalds

mikibi kasabası = bikini kasabası
sponge'ın yaşadığı muhit:-))) )

moza = boza

muslat = vuslat

parfün = parfüm

pegyamber = peygamber

porkatal = portakal

safir = misafir

serbis = servis

tahteravil = tahterevalli

taski = taksi

terövist = terörist

tunapark = lunapark

verer misin = verir misin

yadro = radyo



* anneannesiyle bir gün sokakta yürürken geçen cenaze arabasına o kadar dikkatlice bakmış ki bizimki, anneannesi mecburen " insanlar ölünce bu araçlarla taşınırlar " demiş. keremo da sormuş " cenazeleri bu kamyonette mi taşıyorlar? "

* dün gece deyvit'in saçlarını sarı yaptığını anlattığımda " anne sen de sarı yap, ama samsarı. öyle arada turuncu filan gibi olmasın. ben sarı çok seviyorum " dedi. bense seni seviyorum dedim.

* bugün oldukça komik bişii geldi başıma; öğleden önce bir müşteriyle görüşmem vardı, onların ofisine gittim. görüşeceğim kişilerin o an bir meşguliyetleri olduğundan toplantı odasına alındım. odada çin'den gelen enteresan numuneler vardı. incelerken bir tanesinde hoş detaylar olduğunu farkedince hemen iki fotosunu çektim ve makinamı çantama kaldırdım. az sonra toplantı başladı. çok kafa dengi ve komik iki meslektaşla toplantı yapınca epey eğlendik, güldük. bu esnada odada kamera olduğunu farkettim. tuhaf geldi toplantı odasına kamera koymaları ama önemsemedim. sonra şirkete dönüp bizim ofistekilere fotoları gösterirken kamerayı hatırladım. benim çaktırmadan fotoğraf çekme anımı birileri görmüştü. someone is watching meeeeee. ıyyy. olmaz böyle şey yoksa rüya mı? hemen kendimce çok normal birşey yapmışım gibilerinden bir mail düzenledim ve muhataplarıma yolladım. umarım çok gülmemişlerdir benim çaktırmadan fotoğraf çekmeme :-(

* yarın tahsilat günü, gidip oldukça yüklü miktarda para toplayacağımdır. siz de toplamak isterseniz numaraları kaydedin; 6, 12, 25, 29, 35, 37... bu kıyağımı da unutmayın...

hade iyi akşamlar, kovalasın sizi tavşanlar
not: sağ üstteki foto yağmurlu bir günde otomobil camına yapışan damlaların ardındaki yüksek görüntüsü. fotoğrafı çeken; reyes lopez torres alfonsa garcia ( bu gerçek bir isim, benim ispanyol bir arkadaşımın adı, şaka gibi di mi? )

18 Ekim 2007 Perşembe

mahpus fotolar


dijital kameramın kablolarını ( hem şarj hem de içerik aktarım kablosunu, USB mi ne diyorlar ) hani yanlışlıkla (!) çöpe atmıştım ya, işte nihayet sipariş ettiğim yeni kablolar geldi. kamerada mahsur kalan fotolar kurtarıldı. bir kaçını sizle paylaşacağım. kendi fotomu da yayınlayacağım, üç kız kardeşimle beraber çektirdiğimiz bir fotomuzu hemi de... bekleyin
keremo çok komik, sütün inekler va anneler tarafında yapıldığını teşhis etmiş, devamlı bana " sen de bir ineksin " diyor. babasına da " öküz ". çünkü ineklerin erkek olanlarına öyle denirmiş. kendisi de danaymış. dün ilk kez ödevini yaptı ( burada alkış efekti alalım ) ve arkadaşlarının da hiç ödevlerini yapmadıklarını, bu duruma öğretmenin çok bozulduğunu ve nasıl kendisi bugün ödevlerini bitiriyorsa ( kalanını aynen onun cümlesiyle veriyorum ) " gayet arkaşlarımda titizce tamamlarlar bugün ödevlerini sanıyorumki " dedi. biz mehmet ile sadece bakakaldık. tabi, gayet tabi, dedik ve çıktık odadan.

bizim evde iki erkek bir de kız varmış. o yüzden erkeklerin sözü geçermiş, çünkü onlar iki taneymiş. siyah renk ile benim adim cok benziyormuş o yüzden benim en sevdiğim renk siyahmış.

bayramın ikinci günü, sabah dokuzda taksim'de yağmurda dolaşırken kapüşonlu montumla ıslanmıyor olamama rağmen ayaklarının ucuna kalkarak beni de şemsiyesinin altına alma çabasını görmeliydiniz... akşamüstü de yüksek'le dışarı çıktılar. eve dönerlerken ( keremo bir bahane bulup çile odasına dönüş yolunu uzatmalı ya ) " yük sana kahve ısmarlayayım mı? " demiş. girmişler meşhur bir kahveciye, yüksek'e " sen otur ben sipariş veririm " diyerek kasaya yönelmiş. siparişi alacak olan kıza " bize iki kahve, bir de ben şu tatlılardan bir tane istiyorum " diyince kız şaşkınlıkla yüksek'e dönmüş, yüksek de siz ona portakal suyu verin diyerek akıllıca bir yönlendirme yapmış. nasıl babacan, nasıl koruyucu diyor yüksek. eve döndükten sonra pucca adlı bir kahramanı olan çizgi film serisini bir izledik.. bugün altıncı gün olacak hala da izliyoruz. ezberledim ben tüm maceraları. hepsinde garu ( pucca'nın sevgilisi ) maceraya atılıyor, yüzüne gözüne tam bulaştıracakken pucca gelip olayı çözüyor kimi zaman zekasıyla kimi zaman kuvvetiyle... pucca bir kız olmasına rağmen ( aslında bir kız olduğu için desek daha doğru olacak ) garu'dan ve filmdeki diğer tiplemelerin hepsinden daha güçlü. aslan pucca. ne varki bu heroic karakterin besin kaynağı garu'dan alacağı öpücük. hain garu'da öyle diretiyor ki öpücük vermemek için. aynen benle keremo gibi. aman kendini öptürmesin, erkek adamlığına zelal gelmesin de.

bu akşam da pucca izlemek zorunda kalırsak annemin evine döneceğim, psikolojik işkence var bizim evde. pucca var, makarnayla dünyayı dolaşıyor, ay küresi için dağlara tırmanıyor, film çeviriyor, pinpon oynuyor, faal ötesi bir arkadaş. işte o pucca yüzünden oceans thirteen'i izleyemedim henüz. zavallı cd öylece bekliyor sırasını...

günlerdir saçlarım trajik halde. o kadar biçimsizler ki ne yapsam şöyle derli toplu durmuyorlar. hepsi adeta bağımsızlıklarını ilan eden cumhuriyetler gibi. tüm teller ayrı bir yöne doğru duruyor. bir gün şapka, bir gün toka idare ediyoruz bakalım. saçları bu kadar kötüyken bir female kendini nasıl hisseder bir düşünün; işte aynen öyle hissediyorum.

hergün anlamlı anlamlı rüyalar görüyorum, kendim de şaşırıyorum gördüklerime, film gibi resmen. hepsinde ya bir olayı çözüyorum, ya olay çıkarıyorum, birkaç gün sonra o rüyanin yeni episodu geliyor filan.

dünyaya yeniden gelirsem; reenkarnasyon olayı, aşçı olmak istiyorum. remy gibi. damak tadı sahibi, leziz şeyler pişirebilen, yemek yoluyla da olsa insanlara özledikleri zamanları hediye edebilen bir usta.
umut etmekten vazgeçmeyince hayat daha güzel, daha tutunulası... şöyle sarılıp öpesim geliyor hayatı, çok güzelsin ve iyi ki varsın demek istiyorum. seviyorum seni, bana verdiklerini. ya tanışmamış olsaydık demek istiyorum kendisine. ne çok şey kaçırırdım, keremom, ailem, arkadaşlarım, otomobiller, seyahat özgürlüğü, ooo daha neler neler.

bu bugün için ruh halim olduğundan kelli böyle pembeötesi bir yazı okuyorsunuz, kıymetini bilin; öncelikle kendinizin, hayatınızın, sevdiklerinizin, renklerin, seslerin ve herşeyin aslında. rahmetli altan erbulak'ın bir lafı var, çok çok severim; herkesi sevmek zorunda değilim ama sevdiklerimi her an kaybedecekmiş gibi severim.

öpüyorum sizleri, çok çok, içten içten , karşılık beklemeksizin, hade yine iyisiniz bu ayki aidatları sildim. bedavaya yazılar, istediğiniz gibi okuyun, istediğinize de okutun. hatta bu mutlu hissiyatımız şerefine yıl sonuna kadar parasız. öfff az önce telefonda iltifat yoluyla kendi sattığı ürünleri almamı sağlamaya çalışan oooz'un dediği gibi nambır van'ım ben.

bu fotodakileri size sırayla tanıtayım; sol üstteki ben, yanımdaki kızkardeşim, sol alttaki diğer kızkardeşim, sağ alttaki de daha diğer kızkardeşim. en büyükleri benim. diğerleri benden küçük yani. anlaşılmayan bir nokta varsa diye bu kadar uzun açıkladım. hiçbirimiz birbirimize benzemeyiz, birimiz sakinliği sever, huzur içinde battaniyesini alıp uzanarak kitap okumayı, bir diğeri yemek yapmayı, biri otomobil yarışlarından hoşlanır. ötekisi seyahatten. bunca farklı niteliğe rağmen nasıl iyi anlaşıyoruz birbirimizle bilseniz... neyse başka bir yazıda bahsederim artık kardeşlerimden, bu yazı çok uzadı. dördümüz de size selam gönderiyoruz. iyi günner... hünnap


15 Ekim 2007 Pazartesi

duygudurum

irmik paketlerinde bizim lisanımızla " irmik " yazısının hemen altında " durum semolina " yazar. bunu pek bir itinayla öğrenmişimdir ancak hiçbir bulmacada çıkmaz. tüm bilgilerin bir gün elbet işe yarayacağını düşündüğümde sabırla bu bilginin kullanılacağı zaman ve mekanı beklemekteyim.

konubaşlığının yaptığı çağrışımla geldiğimiz bu noktadan esas konuşacaklarımıza gelelim artık. yine çok dolandırdım lafı biliyorum, hayır taksici olsam fazla para alabilmek için kurduğum hain plan diye düşünebilirdiniz. bayram hızlı, acılı, hüzünlü geçti. bir kaza, iki cenaze, gözyaşları... mehmet'in kuzeni ve eşi, iki çocuklarıyla yolculuk ederken kaza geçirmişler, çocuklar iyi ancak anne baba ebedi hayata göç etmişler. bu kuzenle tanışmamıştım ben, çocuklarıyla da. Allah müteveffaların anne babalarına ve çocuklarınaa hem sağlık, hem sabır versin inşallah demekten başka söz bulamıyorum.

gelelim bizim güzide bayram ziyaretlerine dersek; sadece iki ziyaret yaptım. büyüdükçe bayramların büyüsü azaldı benim açımdan, ben küçükken prens, kont, soylu duyguların insanı, dürüstlük abidesi, vay be ne dobra biri ya diye nitelendirdiğim kimselerin maskelerinin ardındaki yüzlerinin görünce ziyaret hevesim gitgide azaldı. sanıyorum şimdi de sıfır noktasında. bayram güzel, bayramlaşmak, ziyaretler hepsi çok güzel, mutluluk verici,gerçekten. eski günlerden konuşmak, küçüklüğünüzü bilen insanların yanında bulunmak, her evde süper tatlıların olması, derli toplu giyinip kendini sokağa atan amcalar, teyzeler, çocuklarının ellerinden tutmuş gezmeye giden aileler, topluluk ruhu, manevi yönü kuvvetli takvim günleri... hepsi güzel. beni körelten; az evvel tasvir ettiğim yaşlı amca ve teyzelere, çok çocuklu ailelere duyduğum hissiyatı ziyaret etmek durumunda olduğum insanlara duymamam. duymuyorum kardeşim, üstelik " sen birine ne hissediyorsan o da sana aynını hissediyordur " düsturuna inanmış biri olarak sizin de beni görmekten hazzetmediğinizi biliyorsam, ağzıma palyaço makyajıyla sabit bir gülümseme oturtup sizi ziyarete gelmeme de annem müsaade etmiyorsa elimden ne gelir? ( o makyajla hadi yine idare ederdim, fazla konuşmayıp sürekli mütebessüm halde oturan iyi aile kızı rolünü oynayabilirdim oysa ki )

keremo büyüyünce aynı ben gibi düşünürse ne kötü olacak. ya hiç düşünmeyecek, yormayacak o güzel kafasını ya da mutsuz olacak böyle garip bencileyin...

bayramın bana faydası, az ama öz topladığım bahşişler, ilk ve oldukça başarılı ayçöreği denemem, elma rendesi sayesinde olağanüstü lezzet kazanan muffinim ( hatta keremo gibi bir kek ustasının ağzından " anne bu topkek gibi olmuş " iltifatıyla taltif oldum ) :-)))) ve en önemlisi üç günü kuzu kuzu me ile geçirebilmem oldu. gerçi itiraf etmem gerekirse birkaç kez birbirimize girdik, kıran kırana kavgalar ettik filan.. arife günü mısırçarşısının yanında satılan hayvanları görmek için tutturunca, tüm çalışan annelerde olduğu gibi vicdanım bu emre itaat ettirtti beni. o kalabalıkta balık, kedi, köpek, fare, ördek ve muhtelif kuşlar gördük. pek öğretici bir seyahatti canım. bir ara gözden kaybettim keremo'yu, şöyle üç saniye kadar ve delirdim zannettim. dönüş tramvayında bir abla ve iki abiyle tanıştı küçümenin benim. her üçü de çok şeker tiplerdi. bir tanesi öğretmenmiş ve hiperaktivite ve konsantrasyon noksanlığından şüphelendiği için bir doktora gitmemiz gerektiğini söyledi. keremo çok hareketli olduğu için bu diagnosise varmış kendileri. oysa tutunmak için kullanılan barlara tırmanıp maymun gibi sallanması ve ya vatmanın oturduğu kabinin düz duvarına pençe vaziyetine getirdiği parmaklarıyla tırmanması bence hayvan sevgisinden. yani ben öyle düşünüyorum, hayvanları taklit ediyor. sürekli zıplaması ise aldığı kaloriyi harcamak içindir herhalde. benim ooolum hiperaktif olamaz!

geçen sabah gözlerini açtı ve bana ( zaman zaman beraber uyuyoruz itiraf ediyorum, keremo birbuçuk yaşına kadar kendi odasında ve yatağında uyudu. o sene amsterdam'da bir otelde o akdar kirli bir çocuk yatağı getirdiler ki; remy'yi bile orda yatırmam ben. eee ne oldu tabi, çocuk bizimle uyuyabileceğini keşfetti. sağolasın jolly carlton! ) " annecim bana istersen bazen oooluşum, bazen de oğlum diyebilirsin " dedi. izin veriyormuş yani. sağolsun tabi, eee çocuğu evropai standartlarda kendine güvenen, ne istediğini bilen şahıs olarak yetiştirmeye çalışırsan bu olur. ne olur; ilk önce vize olayını öğrenir eşşolubeşkulak. senden mi izin alcem ben sana nasıl hitabedeceğime dair? oooluşum, kuzum, kazım, kurbağalıderem, fazulyem, böcüüüüüm, solucanım, koalam, fışfışım, dorutayım, kapuskam... öperim milyon kez o hiç izin vermediğim gıdından, hatta uzun uzun koklarım da... ohhh be ne güzel şeymiş şu internet, blog olayı filan. istediğini yapabiliyor insan :-)

hadi ben kaçtım, son bir şey söyleyip; bugün eve bilgisayar götürüyorum. eğer bu yüzyılda internet bağlatmayı da başarabilirsem daha sık ve enteresan yazılar yazabilirim ve de iş saatinde yazı yazıyorum diye vicdan yapmam. oooh misssss. hadi öperim hepinizi bayram münasebetiyle. kapının ordaki şekerlikten alın kısmetinize düşenleri. birer birer alın, benim gibi beşer onar yiyip baaarsak spazmı yaşamayın canlarım benim



3 Ekim 2007 Çarşamba

webhospitality

internette dublin ile ilgili konular ararken google'da çalışan bir arkadaş edindim; lezüz yazıları var kendi blogunda, zaten ben dublin ile ilgili her konuyu sevdiğim ve ilgilendiğim için verdiği linkler, dublin haberleri hepsi çok güzel, siz de okuyun derim. amma bir konu var ki bu noktada kendisini kınamak istiyorum; tüm dublinliler alkolik mi mi beyaf? rica ederim yani...

bu arada bizim kuş yuvasındaki kuşlar çatıda yürüyorlar, ayaklarında da sanıyorum kösele botlar var, nasıl ses çıkarıyorlar nasıl anlatamam. sürekli tıkır tıkır bir gürültü mevcut evde. çıldırciyim. madem üst kat komşumuz olmak istiyorsunuz bari sessiz olun!!!

dün gece uykum kaçtı, gece ikiye kadar pırasalı börek ( söylemesi ayıp nefis olmuştu ) ve de limonlu cheesecake yaptım ( cheesecake dolapta demleniyor, kısmetse bu akşam lüpleteceğim ). sonra uzun uzun televizyon seyrettim, prime timeda ve gün içinde abuk subuk programlar yayınlayan kanallar gece nasıl manalı diziler veriyorlar, her birinden dersler çıkarılacak şekilde, hayret edersiniz. gece izleyicisinin aklı farklı mı çalışıyor????

bugün oruç için niyet ettim... Allah kabul etsin, çok ama çok acıktım. aklıma hep yemekler geliyor...

hadi kremalı tavuklar dilerim

2 Ekim 2007 Salı

zübüklükler

cumadan beri başıma gelen zübüklükleri sıralamak istiyorum sizlere canlarım...
cuma günü taksim'de bir müşteri görüşmesine gitmek için bakırköy'den otobüse bindim. benim öksürük krizim otobüste en fecisinden nüksetti. sanıyorum otobüsteki kimse birbirini tanımıyordu, konuşan insan sayısı sıfırdı, otobüsün susturucusu da muhteşem çalışıyordu motor gürültüsü filan minimumda, izolasyon da iyiydi ve dışardan da ses gelmiyordu dolayısıyla ortamdaki tek ses benim gürül gürül öksürmemdi. ben susmak istedikçe boğazımda dolaşan minik karıncalar yürüyüşlerini hızlandırıyorlardı. korkunctu ne diyeyim. önce merter'de sonra topkapı'da, haseki'de ve unkapanı'nda ataklar geldi. şişhane'de otobüsten iner inmez son krizi atlattım. toplantım bitti. şirkete dönerken birlikte geldiğim arkadaşımın acilen kendi şirketine dönmesi gerektiği için daha fazla sıkıntı yaşamasın diye kendim gitmeyi teklif edip arabadan indim, çoğu zaman yaptığım gibi yanlış yerde tabi ki :-)... elimde koca bir çanta ( hatta valiz ), kendi postacı çantam ve ben olmadık yerlerden geçerek nesrin'in bizi alacağı noktaya vardık. varana kadar da pek çok şoföre dişlerimi göstermek zorunda kaldım. yol kenarında elinde valizle yürüyen bir bayan görmek sinir ediyor olmalı onları. ben öyle anladım.

cumartesi iş çıkışı küçük bir alışveriş turu, eve benden önce gelen misafirime yetişme paniği ve de keremo'yu anneanneden alma işleri vardı. neyse ki ( büyük ) bir kısmını yüksek halletti. keremo'ya yemek yedirdikten sonra sohbete koyulduk derken kendileri gelip " annecim özürle banyoya gider misin ? " dedi. bu felaket anlamına geldiği için koştum, arkadaş havlu asacağının tıpa gibi olan kapaklarını sökerek lavaboya tıkaç yapmış. hemen akabinde suyu da açarak kendine suni gölet oluşturmuş. sular banyonun zeminine taşıyorken yetiştik. banyo silindi, kurulandı, keremo'nun suları süzülen giysileri değiştirildi. bu kez de küçük böcüğüm odasını dağıtarak dikkatimizi çekmeye çalıştı. ama ne dağıtmak! firuzan gittikten sonra ise adeta bir kuzu gibi odasında kendi kendine meşgaleler bulmaya başladı. sonra mutfakta yerde çömelip kurbağa misali sandalyenin üztüne zıpladı ve kendi kendine " ihtimali olmayan bir şeyi gerçekleştiriiim " diye tezahüratlar yaptı ( bense dumur vaziyette, nasıl yani; ihtimal ??? ) uzunca bir süre oda toplamaya karşı çıktı ( benim tiz sesimin ne denli yüksek tonlarda çıkabildiğini anlayıncaya kadar ) sonra odasını da topladı neyse ki...

o günü de öyle böyle atlattık

pazar sabahı keremo saat yedide " anne bak bu hasta " diye can çekişen bir böcek getirdi. nerden buldun bunu, ıyyyy çığlıklarım sebebiyle keremo yere yattı, sırtüstü yattı, ayaklarını ve ellerini kaldırıp düzensizce sallayarak kımıl kımıl bir böcek taklidi yaptı ve böceği neden kaldırıp getirdiğini söyledi. çünkü böcek " imdaaat, arkadaşlarım bana yardım eden yok muuuu ? " diye bağırıyormuş :-)))) aynı gün anneme yemeğe misafirler geleceği için ben de pasta, ekmek ve kurabiye yaptım. keremo ile onları anneannemize bırakıp dışarlarda gezmekti planımız; hava da çok güzeldi. ancak annemlerde kapıdan girer girmez " şu kereviz salatandan yapsan " talebi " havuç salatandan yapsan ", ardından " su böreği yapsan ", pilav, patlıcan, şu bu derken tam 32 kişilik dev bir aç ordu bastı evi. yemek servisi, bulaşık, çay servisi, bulaşık, tatlı servisi, bulaşık, on kadar çocuk, bir ameliyatlı hastamız, isviçre'den o gün gelmiş dayılar, balkonda gizlice sigara içenler... anlatılamaz nasıl etnik, avantgarde ve sürreal bir grup olduğumuz. maskeli onlarca yüz birarada. tesadüf eseri keremo'nun büyük kanepe ile duvar arasına sıkıştırdığı ödevini bulduk ( !!! ). nasıl bunu düşünebilmiş anlayamadık, küçücük boyama ödevi zaten, niye yapmak yerine saklarsın ki? sonunda keremo'nun uyuması gerektiği için ikimiz eve döndük. " maalesef anne bugün de bu evin tuvaletine gitmeyeceğim " diyerek iki haftadır büyük tuvaletini yapmayan oğlum nihayet gerçekleştirdi bunu, ben de boncuk bulmuş gibi oldum ve bugün de bitti :-) bu kadar sevinmemem gerekirdi aslında, hakikaten o da boncuk olduğunu düşünecek, üff sevindim işte n'apabilirim?

pazartesi günü sabah hazırlanırken eldiven takmak istedi; annecim buna uygun mevsim değil şimdi, eldiven takma dedim. niye, sonbaharda değil miyiz? diye cevap verdi bana. okula gitmeden önce kırtasiye alışverişi, okula gidiş, iş yerinde yoğunluk ve yorgunluk, akşam yemeğini yapacak usta hastalandığından yine onca kişiye yemek hazırlığı, sonrasında yine bulaşık :-(... bu arada bir arkadaşım telefonla " 63 ve 38 " sayılarını aklımda tutmamı, çok önemli olduklarını da unutmamamı söyledi. haydaaa, bir sayı tutmaca eksikti. zaten sayısal sebebiyle neredeyse rakamların 1'den 49'a kadar olduğunu iddia etmek üzereyim, bir de bu sayılar mı çıktı... sonra bir kaç yere numune bırakma / almayı takiben eve varış. cumartesi gelen konuklardan biri isviçre'de bir televizyon programında yaramaz, hiperkatif çocuklara yönelik yapılan ehlileştirme ( ! ) harekatını anlattı ( keremo ilerde bunları okursa herhalde bu cümleye çok kızacaktır, kusura bakma kuzu kuzu me ama sende beni zıvanadan çıkarıyorsun çoğu zaman ). şöyle ki; bir kartona çocuktan beklenen olumlu davranış mesela " sabah akşam sütünü içmen " yazılır, günler ve tarihler de işaretlenir. çocuk o gün olumlu hareketi gerçekleştirdiyse gün ve eylemin kesiştiği haneye gülen suratlı çıkartma, aksi durumda ise asık suratlı çıkartma yapıştırılıyor. normalde bir eylem için bir çalışma yapılırken benim gibi maymun iştahlı ve aceleci bir annenin listesi; sabah-akşam sütü, uyku, anneanneyi üzme, ödevlerini yapma, günlüğünü yazma, diş fırçalama gibi uzuuun kalemlerden oluşuyor. dün çok hevesle ilk günü biraz asık surat, biraz gülen surat atlattık.

bugün sabah sütümüzü de içip gülen suratı yapıştırdık, ardından " anne hadi gidelim. bir an önce okula gitmek istiyorum " dedi. nasıl mutlu oldum, nasıl. sonra yüksek işe giderken keremo'nun okula kum torbası ihtiyacından dolayı gittiğini, diğer çocukları hırpaladığını, öğretmenin diğer çocukların şikayetçi olduklarını söyledi. ne hale geldim görmeliydiniz. neden uyumsuz benim çocuğum, niye insanları hırpalıyor, nasıl yani, biz ona bir kez bile vurmadık o neden buna meyilli ki, acaba biz ona vursak dayağın kötü olduğunu anlar mı diye onlarca soru geçti kafamdan. yüksek de önce seviniyordu " heh hee, bizimki herkesi dövüyor " diye, hiç de iyi birşey olmadığını anlatınca da gidip keremo'yu öğretmene şikayet eden çocukları ispiyoncu diye kınamaya başladı, hatta anneanneye bu durumu anlattığı için öğretmeni bile hafif muhbirlikle suçladı ya. annem, okula gidip öğretmenle yüksek'in konuşması gerektiğini söylüyor; gitsin anasınıfına, diğer velilerin ortasında " sizin çocuk uyumsuz, kavgacı, diğer çocuklara çok sataşıyor, evde kavgayı teşvik eden hareketler yapmayın " desin, görsün gününü diyor. sanki bir evde devamlı boks yapıyoruz.

oldukça karışık bir yazı oldu, kaale almayın. hatta okumayın bu yazımı. direkt kafa karışıklığı olarak dökmüş olayım eteğimdekileri...

öptüm sizi şekerler