27 Ağustos 2007 Pazartesi

benim kristalim


bu cumartesi, 25/08/2007, günü arkadaşım nesrin'le bir toplantıya katıldık. iştirak etmeden önce konu başlıkları hakkında pek fazla fikir sahibi olmasak da, güzel hava, boğaz kıyısı, uzuncadır biraraya gelememiş olma gibi sebeplerden dolayı gidelim dedik. çok güzel bir lokasyonda, okul öncesi eğitim veren bir kurumda düzenlenmişti toplantı. sevimli bir yerdi, sahipleri daha da sevimli, güleryüzlü ve canayakın iki bayan. ankara'da ( ankara güzeeeel ankaraaaaa ) mevcut eğitimde farkındalığı ve farklılığı benimseyen bir kurum istanbul'da şube ( şubedubeduuu ) açmak istiyor ve özellikle finansal partner arayışında. konu anahatlarıyla bunlar. ama detayı daha güzel; şöyle ki toplantıya katılanlar rengarenk...

bir tiyatrocu, çeşitli oyunlar oynamış, seslendirme yapmış ve yapıyor, yoge dersleri veriyor ama huzurevinde. en genç öğrencim 55, en yaşlısı 85 diyor eğitmen, tiyatrocu ve seslendirmeci hanım. cıvıl cıvıl, otuzbeşim diyor ama yirmilerinde enerjisi ve aurası var. iki çift var, iki de kızları.. üçer yaşında, mahmurlardı, uykulu uykulu bakıyorları ben gördüğümde. koşup zıplamaktan terli terlilerdi, kırmızı yanaklı ve de komik. anne - babaları da sosyal ama bu düzene asosyal tiplerdi. muhalif ama kendi içlerinde uyumlu filan, eğitime bu haliyle karşı ama eğitimsizliğe daha da karşı, tanımaktan memnun olacağınız dört kişi. kendi yöntemleriyle hayata muhtelif katkılarda bulunmuş, dahası için pırıl pırıl planları bulunan dört kişi. toplantının mimarı öğrenimini aldığı konuları çocuklar için kullanmayı başarmış ve onbeş yılda bu birikimini marka haline getirmeyi başarmış bir oyun kurucu. nesrin'le ben en sakin ve renksiz iki kişiydik o toplantıda. konuşmaların sonlarına yaklaşırken üç hanım daha geldi. birini yazılarından tanıyorum, içten ve abartısız yazar. bunu nitelemek amaçlı değil anlatmak için söylüyorum. üstünkörü çocuklardan bahsederken bana " kristal çocuklarla ilgili yazılar okuyun, sizinkisi kristal olabilir " dedi.

konuyu ben tamamen unutmuşum, bugün aklıma geldi ve kendimi bilgilendirdim. anladım ki benim keremom kristal, quartz, radyum ( aragon'un pekbilent taşından çıkardığı ) ve muhtelif kıymetli taş. gerçekten dünyada tek bir tane muhteşem çocuk var, bütün anneler de ona sahip ya :-)

ben vejeteryan sayılırım, arkadaşlarım bilir, sadece balık, tavuk ve köfte yerim. kıyma / parça et / etli yemek ağzıma sürmem. keremo bünyemde yaşamaya başladıktan sonra canım nasıl et ( kırmız parça etler ) istemeye başladı. sabah, öğlen, akşam haşlama et yiyebilecek durumdayım. herkes şaşırıyor, nasıl olup da ben sürekli et istiyorum, öyle köfte möfte değil, bildiğiniz et! neyse ki keremo doğup biz iki ayrı insan olarak yaşamaya başladıktan sonra bu his geçti gitti, bünyem o kırmızı et çılgınlığından kurtuldu. yeşil günlerime döndüm.

işte, bana bunca tuhaf, farklı ama son derece benzersiz, lezzetli duyguları ( yemek açısından değil, ruh zenginliği bakımından ) yaşatan küçük kuzum keremo'ya, kristal olsun olmasın, varlığı, bana kattıkları, öğrettikleri ve yaşattıkları için teşekkür ederim. kapanışımı onun bir cümlesiyle yapmak istiyorum;

sahne, sabah anneannesine bırakmadan önce giydirmeye çalışıyorum, penye bir şort çıkardım kendilerine, o da yorum yaptı;

yuh annecim, bunu mu giydireceksin bana?

aynen tornistan tabi, şöyle adam gibi bir kumaştan şort bulundu ve paşamız kabul buyurduklarından giyinip yola çıkabildik.

önümüzde ( seçim, cumhurbaşkanı tayini vs bittiğinden kelli artık kendi heyecanımıza transfer olabiliriz ) irlanda gezisi var, inşallah. nasıl heyecan nasıl bendeki. keremo ile, deyvit ile uzun süredir yapmak istediğim bir yolculuğa hızlıca yaklaşıyoruz. heyyyoooo. gerçi ondan önce ev taşıma, yerleşme vesair işler var, yine de irlanda meselesi daha primer, mc cormick, aberdeen, dublin ve bonooooooooooo. muhtemelen o da işlerini ayarlar ve söz konusu tarihlerde dublin'de olur. eşek değil ya, bugüne bugün ben geliyorum memleketine, ziyarete.

yöre hakkında bilgisi olan, uygun fiyatlı ve güzel otel / guesthouse bilenleriniz varsa yazmanız saygılarımızla rica olunur. keremo'yla ben gerçi bono'da kalacağız da deyvit'e kalacak yer lazım. onu da peşimizde götüremeyiz, ayıp olur.

istediğiniz bir şey varsa mc cormick, yazın getirelim. önce paranızı yatırın, merkez bankası, avro hesabı 1973 numaraya, sonra da listenizi yazın. her ürüne on avro da nakliye parası ekleyin cancağızlarım, eee sonuçta uçaklar suyla çalışmıyor.

öpüyorum hepinizi mutluluktan, hadi televizyonları kapatın ve dışarı çıkın, gezin, dolaşın, gençliğinizi güzelliğinizi yaşayın...

22 Ağustos 2007 Çarşamba

kırığım, kırıksın, kırık


canlarım, size minik kuşun kol kırılır yen içinde kalır hikayesini anlatmadığımı farkettim. neticeye de hazır dün ulaşmışken, konunun dumanı henüz üzerindeyken paylaşıvereyim. yaklaşın şöyle, yorgunum biraz, yüksek sesle anlatmam gerekmesin. üç hafta kadar önce keremo babasının adana seyahatine eşlik etmeye karar verdi ( bu ağva'ya seğirttiğim gezi değil, yeni ). 1 ağustos çarşamba akşamı yola çıktılar. ben de yalnızlığıma balıklama daldım, ilk akşam yine ütülenecek çamaşırlar kabusuyla doldu taştı. perşembe günü sabahtan itibaren keremo'nun bir önceki gün serinlemesi amacıyla bashocan tarafından verilen soğuk suyu içtiği için mütemadiyen kustuğu haberini aldım. akşama doğru, yol henüz bitmemişti ama midesi nispeten düzelmişti. hatta acıktığını, hamburger yiyeceğini, kayseri'de olduklarını anlattı bana. hamburger yeme, Squidward gibi olursun, mantı ye dedim diye telefonu kapadı suratıma. neden kapadın diye mehmet sorunca da " annem vız vız konuşuyor " demiş. annesi olan ben arı mayayım ya! vızıldayıp dururum, vız vız vızzzzzzz...

akşam saat 9 gibi mehmet'le konuştum, keremo'nun ağlama sesi geliyor arka planda, ne oldu dedim. yok birşey, uyutmaya çalışıyorum diye cevapladı. ondan sonra taa saat 11'e kadar telefonunu da açmadı, beni de aramadı. çok huzursuzlandım ve oturamadım yerimde, doğumhane kapısında bekleyen baba adayları gibi evin icinde volta attım durdum.

ertesi gün cuma, keremo anne kolumu sardırdım ben dedi, ağrımasın diye. nasıl yanı dedim, film çektiler dedi, üç hafta sonra açacağız dedi de ben senaryo yazdığını düşünüp kendimi ferahlattım. çünkü benim böceğim bir kaç hafta evvel babasının işyerinde bulduğu yarabantlarını, ayna olmaksızın tam orantılı bir halde burnuna yapıştırmış, bir kaç bant üstüste olunca burun koccaman olmuş. bizim böcek " iyi oldu, annemi korkuturum " diye plan yapmış... eve gelmelerini pencerenin arkasında bekliyordum zaten, palyaço burnunu görünce sokak kapısına nasıl gittim, nasıl kucaklayıp n'oldu burnuna sızlanmasına başladım hatırlamıyorum. bizimki yavaşça bantları kaldırdı ve " şaka yaptıııım " diye sırıttı. mehmet " annen korkar " demiş, " birşey olmaz, birşey olmaz, bayılsa bile sonra kalkar " cevabını almış. yine beni korkutmak istediğini sandım, inanmadım eee yalancı çoban hikayesini bilen adamız.

cumartesi hala huzursuzum ama, nihayet'i aradım, bizim yeğen. nasıl ağlıyor. nasıl... " yenge çok kötü birşey oldu " dedi. ben senkronize iptal. çocuk anlatmaya devam etti; annem üzüm toplarken merdivenden düştü dedi. annesine üzülmem konunun içinde keremo adının geçmemesinin bir saniye sonrasında başladı. " annem,bak kafasını vurmamış, ortopedik rahatsızlık geçer, merak etme " vesair sakinleştirme cümleleri söyledim. sonra cesaret edip keremo'yu sordum, aslında annesi bunca ağır vaziyetteyken utanaraktan. babası, annesi, mehmet, hasan, inci ve benim minik kuzum hep beraber gitmişler hastaneye. hemen onları aradım, keremoyu buldum, konuştum, anne ben iyiyim, halam düşerken kenara çekildim dedi. benim kolum acımıyor dedi. hasan'la konuştum, kerem niye kolundan bahsediyor dedim. yaramazlık yapmasın diye onun kolunu da sardık dedi. çok inandırıcı gelmese de yutturdum kendime, felaket senaryosu yazmamak için. pazarı zor ettim, yola çıkmalarını ve bir an evvel gelmelerini istiyordum çünkü.

saat altı yedi gibi evde oluruz dediler yolcular, ama akşam dokuzda hala kimse yok. on oldu, onbir oldu, saat onbir buçukta geldiler. hemen kucağıma geldi benim kuzu kuzu meeeem. mehmet " koluna dikkat et " diye fısıldadı bana, aaaa bir baktım kol alçıda.

meğer perşembe günü akşamüstü saat beş gibi varmışlar adana'ya, ilçeye daha doğrusu. saat yedi gibi de kuzu kuzu me, kuzini esra ile koşuştururken, spaydırmen atlayışı yaparken evin içindeki mermer çukura düşmüş. evin içinde nasıl çukur olur demeyin. bizde anlamadık. hemen hastaneye koşmuşlar, adana merkez'e gidin demişler. saat dokuzda ağlayan ses, yolda kolunun verdiği acıyla gözyaşı döken kuzumunmuş. bu kısma kadar bir sorun yok, normaldir, olur böyle şeyler diyeceksiniz biliyorum. ama bilmediğiniz devamı...

bir hafta sonra pazar günü bir farkettik ki keremo'nun alçısı kırık, muhtelif yerlerden... hemen hastaneye götürdük, yeniden alçıya aldılar. böylece ikinci alçı dönemimiz başladı. ama az sürdü. yeniçeriler kazan kaldırınca bir kaç gün içinde yeniden alçı kırıldı tabi. hemen koştuk aynı hastaneye;üçüncü alçı dönemimizi başlattık. o da uzun sürmedi, zaten ne öyle ikinci, üçüncü? çok itici.. keremo'da öyle düşünmüş olacak ki; ikinci haftayı devirdiğimiz perşembeden bir gün sonraki cuma günü bir baktık ki alçı yine kırık. şaka gibi. yine aynı hastaneye gittik. doktor pek bir şaşırdı. nasıl kırıyor ki? birşey le mi vuruyor filan diye sordu, bilmediğimizi söyledik. sanıyorum kıt anne baba şeklinde nitelendirdi bizi, ses çıkarmadı. alçıyı hazırlamaya koyuldu. hımm, oniki, yirmidört, hımm yok bunu da kırar şeklinde kendi kendine mırıldandı. birkaç dakika sonra alçıyla beraber yanımıza geldi, alçıyı kola oturttu ve
" normalde çocuklara kırmasınlar diye oniki kat alçı yaparız, bu otuzaltı kat, bunu da kırarsa dogrudan guiness'e gidin " dedi.

hemşireler, hastabakıcılar ve diğer doktorlar hep beraber güldüler. biz gülmedik. bu kol şimdi çok ağır oldu, şişebilir, askıyla boynuna tutturalım dedi. ertesi gün; eczaneler, bahçelievler'deki tıbbi malzeme satıcıları ve nihayet karagül iş merkezi'nde bizim böceğe uygun boy askı bulduk. günlerden cumartesi.. dikkat edin. mehmet " bence bunu da kırar " dedi, bense artık kıramaz diye rahatım. pazar günü akşam zehra geldi bize, ertesi gün konsolosluğa gideceğiz keremo'yla. aaaa, bir baktım alçı kırık. ertesi gün hemen doktora gittik, ortopedist yok, diğer doktor alçı yapmak istemiyor. salı sabah gelin dediler. salı sabahtan gidemedik, ne yazık ki bazı işler çıktı. salı öğleden sonra annem aradı " hemen gel, bu alçısını hepten çıkarmış " dedi. uçarak eve gittim ( süpermenim ya ), öğle uykusundan kalkınca keremo, elinde koca alçıyla anneannesinin yanına gitmiş " anneanne, ben bunu yanlışlıkla çıkarttım, lütfen tekrar takar mısın ? " şeklinde talebiyle. annem aniden keremo'yu elinde bir kol büyüklüğünde alçıyla görünce paniklemiş, neee bu kolunu mu çıkarttı şeklinde. biz ailecek pek bir korkağızdır, aniden höh denilirse, pat diye karşımıza biri çıkarsa filan panik oluruz. işte aynen o panikle annem beni aramış.

bizim oraya yeni ve ultra mega lüks bir hastane açılmış, bundan önceki alçıları yaptırdığımız hastanede akşamüstü doktor kalmadığından bu yeni hastaneye gittik. lobide bir saat beklettikten sonra bizi acile almaya karar verdiler. bu arada sürekli ortalıkta bir ameliyat kelimesi dolaştığından keremo kucağımdan inmiyor ve " anne beni ameliyat mi ettirtcen? " diyip duruyor. aşağıya gitmek için bindiğimiz asansörler yukarıya çıkıyor ve görevliler " oooohoo, bu dana onikinci kata çıkacak da oradan geri dönecek, siz en iyisi boşuna dolaşmayın, burada inin başka asansöre binin " diye bizi üçüncü ve beşinci katta indirdiler. katlar bomboş, bir in bir de cin var, onlar da meşgul, top oynuyorlar. neyse efendime söyleyeyim bulduk bir asansör, ondaki yolcularda nedense giriş katına geldiğimizde inmek istediğimizi düşündüler, az kalsın dolduruşa gelip süper asansör yolculuğuna başladığımız yere dönüyorduk. acile gittik, orada da doktor yok!!! güvenlik ve sekreterya alçı yapamıyor olduğundan, içimden nahoş laflar sarfede sarfede çıktık hastaneden. önceleri alçıcımız olan hastaneye gittik, orada zaten doktor yok. çıktık devlet hastanesi bulalım diye yollara düştük.
bu kez de aklımıza geldi ki bizim özel sağlık sigortamız var ve özel bir kuruma gitmemiz gerekiyor. oooof of. bulduk doktorlu bir hastane güç bela. anlattık maruzatımızı. röntgen istedi doktor, sonra baktı " kaynamış kırık, arık alçıya almamıza gerek yok. zaten çocuk çok sıkılmış belli. ama çok dikkat edin kolunun üzerine düşmesin " dedi.

derin bir ohhh çekerek eve yollandık ve keremo kolunun üzerine düştü. sonrası mı, yazamıycam, bu kısmı bile beni çok yordu.

bir fikir geliştirdim, şöyle ki; keremo'yu ancak ayakta durabileceği bir kafese koyacağım, uyuması gerektiğinde kafesi yan yatıracağım, yemeğini demirler arasından vereceğim, çişini filan zaten aradan kolayca yapar. arkadaşı zaptetmek için daha iyi bir fikri olan ya şimdi konuşsun ya da ilelebet sussun.

hadi öperim hepinizi, sanal olaraktan
( fotoğrafta soldaki keremo, sağdaki spaydırmen. kendisini tanımam şahsen, kefil olmam da. zaten minik kurdum ona özeniyor diye gıcığım bu spaydırın kendisine )

20 Ağustos 2007 Pazartesi

hangi kapıyı çalsaaaaaaaam karşımda buruk acı


yıllar sonra rastladım çocukluk sevgilime, o aşina bakışlar içimi yaktı yineeeee, anladım dönmez geriii, o çocukluk günleri, lay lay loooom ( herkes kendi sesiyle bu parçayı okuyarak başlasın yazıya )

çok eskiden , ama bayağı bir eskiden hoşlandığınız ( platonik de olabilir ) kimseyi yıllar sonra görünce söylenecek en uygun şarkı değil midir muhayyerkürdî makâmında ve de buselik? içiniz acır, söylenmiş ve söylenmemiş cümleleri geçirirsiniz kafanızdan. şöyle şöyle olsaydı belki böyle böyle olurdu diye düşünür insan ( şöyle ve böyleler kamu arazisinde değil, her hakkı mahfuz konular olduğu için açmadım ). burnunun direği sızlar. geçen zaman geri gelmez, karşısındakinin gözünde de söylenmemiş kelimeler, anlatılmamış hikayeler bulur insan, belki bulmak ister, bilemeyeceğim. kendi kendine yaptığı durum değerlendirmeler, arkadaşlarla yapılan konsültasyonlarla harman yapılır, varılan durak istenilenden uzaksa mutsuzluğa, yok yakınsa keşkelerle dolu bir odaya varılır. uzunca bir süre çıkılmaz odadan, konuşulanlar tekrarlanır ve defalarca anlamlandırılır. yeni yorumlar eklenir. sözkonusu platonik şahsiyet ( hissettiklerimiz bakımında platonik, mamafih mevcudiyet bakımından ise ) pozitif düzeydeyse, dokunulabilir bir mesafedeyse ve de konuşulabilir, o zaman her hareket, her kelime, bakış, duruş başka anlamlar da kazanır. kazanmaz mı ey arkadaşlar? eğer etrafta karşılıklı iletişimi gören, bilen dostlarınız varsa hepten yandınız, geçen zamana, değişen verilere bakmadan cort diye düşündüklerini söyler iyice kafanızdaki saçları yoldururlar. hoş değişebilecek fazla birşey yok, farkındasınız, amma velakin belki bugün hayatınızın son günü ve onca yıldır etrafınızda olan şu şahsiyet kendisi hakkında düşündüklerinizi hiç bilemeyecek. eee zaten mahşer günü herkes kendi derdinde olacak ve kimse kimseye bir maruzat bildiremeyecekmiş o zaman. Allah muhafaza ( utanç içindeyim ama bu cümlenin hemen akabinde yüzyıllardır; sahil muhafaza ve otomatik kapı çarpar söylemini bizlere kazandıran arkadaşları anarım ve kendimi bunları sarfetmekten alıkoyamam. Allah affetsin ) oğlumu tanımayacakmışım, şimdi koynuma alıp kokusunu sindire sindire uyuduğum prensimi, kuzu kuzu meeemi, spaydırımı görmezden gelecekmişim. Allah o zaman alsın asıl canımı, o benden bir sevapçık istemesin diye yokmuş gibi davranacak, tanımıyor rolü keseceksem yuf bana yani, terbiyesizin ve vicdansızın önde geleniyim, gideyim o zaman eşşek cennetine ( eşeklerden sevgiyle bahsederken eşek, kötü anlamda kullanacaksam eşşek demeyi seviyorum. umarım sizin için bir mahzuru yoktur )!!!

neyse konuyu dağıttım yine, toplanın yavrularım, konu devam ediyor, bu kadar zevzeklik yeter. ne bileyim arkadaşlar, net olarak ifade edemiyorum, keşke yazılı verebilsek tüm etrafımızdakilere duygularımızı

" senden nefret ediyorum, elimde değil, seninle tokalaşmak bile midemi bulandırıyor "

" sen iyisin be, seviyorum, iyi niyetli ve safsın. mis yani "

" itiraf etmek gerekirse; gerekmezse etmeyeyim çünkü hafif utanıyorum da aynı zamanda çok hoş bir adam / madam olduğunu düşünüyorum " ( duruma göre ya adam diyelim ya da madam. ikisini bir arada kullanmamaya özen gösterelim, yoksa kekimiz kalıba yapışır, hiç çıkmaz )

" uleyn ben senden hoşlanıyom " ( bunu özümdeki kıroluğu katarak telaffuz etmeye çalıştım, aksi hali bir türlü söylemeyi başaramadığımdan kelli. aslolan duru bir İstanbul Türkçesi kullanarak ifade etmektir. muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur )

ruhuna izdırap insan kendi kendine de çektirebiliyor anladığım kadarıyla, hem feçes misali atamıyorsun hemi de ciğerlerin gibi bağrına basamıyorsun ( ben kendi ciğerlerimi hep bağrıma basarımda, tuzlu suya sebzeleri basmak gibi değil, sıkı sıkı sarılmak hesabı ). yani bassan bile içinden, sessizce ve gizlice basıyorsun. uuuuf, hala ne demek istediğimi anlatamadıysam daha fazla kelime harcamam nafile. daha dikkatli bakın kendi hayatınıza, serin şöyle önünüze çarşaf çarşaf, bir yerlerde bir cam kırıkları vardı. hah işte orda, dikkat edin kesmeyin ayaklarınızı filan. iyice bakınca göreceksiniz bırakıp üstünü örtmeye çalıştığınız eski defterlerin. kovalent bağlar filan kalmadıysa iyi, hatta bu durumda üstlerini açmasanız daha iyi, üşümesin yavrucaklar ( çok merhametliyimdir ) amma tersi durumda zaten üst baş açık sereserpe uzanmıştır anılar önünüzde ve süregelen iletişim ağı ( malum bilgi çağı olayı; network, software, ram, usb connection vs ) anılara yenilerini ekler durur. karşınızdaki sizinle ilgili eski ve hoş bir detayı hatırladığında içiniz iyice burkulur " uleyn ben ne yaptım " dersiniz. dersiniz matematik, sağdan saymaya başla!!!

ben bu hallere yabancıyım, böyle defterlerim yok, sayfalar dolduracak destanlarım namevcut. yiyiniz buyrunuz. bu konulara nereden girdiğimi mi merak ettiniz? hah söyleyeyim o zaman, bir arkadaş anlattı da ordan. çok iyi tasvircidir kendisi. üç boyutlu film gibi, anlattıklarına kapılır gidersiniz, hadi leeeeyn der insan üzüntüyle. belki son bir hamle yapılabilirdi diye düşünürsünüz, düşünürsünüz de cesaret ve mecal yoktur. kader ağlarını örmüştür, felek hain planlar yapmıştır, ortam itirafları kaldıramayacak kadar gergindir, gergefteki kanaviçe misali veya darbuka / davul benzeri vurmalı çalgıların ses çıkaran yüzeyleri gibi, estetik meraklısı bazı şarkıcıların yüzleri misali. çarklar döner, perde kapanır, final şarkısı fonda başlamıştır; arkadaşımıııın aşkısııııın.... hey gidi adamo, benim arkadaşım için mi yazdın bu şarkıyı beyaf. sağol sağol sağol.

sizler çekilin huzurdan artık, biraz dinlenmek istiyorum. uzanacağım kleopatra koltuğuma, alacağım kızılcık şerbetini ( hem sizi kandırmak istemem hem de kan tadını sevmem ben. sizin kanınızı bilmem ama - kanınız derken kan anlamında, kanı değil - benimki metal tadında. parmağıma bişeyler battığında acıyorsa çok fena hemen ağzıma koyar dişlerimle bastırırım üzerine, işte o an bir fırtına kopaaaaaar, lay la la lay laaaa laaa la laaaa, ağzıma birazcık kan tadı gelir, bu sayede biliyorum kendi kanımın tadını. sıfır eraş pozitifim ben ) içeceğim de içeceğim, bu durumda olan arkadaşlarım için içeceğim, kendimi feda ederek içeceğim. umarım çok kalorili değildir, iki hafta sonra bizim kuzinin düğünü var, hem hava yastığı hem de koca göbekle katılmak pek hoş olmaz.

neyse ben kaçtım, size doyum olmaz, bana hiç olmaz. sevgiler. düşünün bu konuda ve bana yazın canlarım

8 Ağustos 2007 Çarşamba

öfke patlaması


sinir krizleri geçirir misiniz hiç? en son noktasına kadar suyla doldurulmuş bir balonun, son 1 miligram su ilavesiyle nasıl tarumar olduğuna şahit oldunuz mu? ben arasıra o balon gibi şişer şişer sonunda da patlarım. gerçi esnek bünyem sağolsun oldukça geç ulaşabiliyorum bu noktaya, amma velakin varış kaçınılmaz oluyor genelde.

bazı insanlara karşı daha esneğim, bazılarına ise sıfıra yakın toleranslıyım. küçük bir kıvılcımla bana yaklaşmaları tehlikeli cümlelerimi saçmama sebep oluyor. cümlelerim sözlü canlandırılırken hiç de sizin okuduğunuz gibi masum kalmıyorlar, bilesiniz. camın kırılan yerindeki mavilik gibi değil bizzat kırığın keskinliği gibi oluyorlar. bazen fırlattığım cümlenin önüne geçip muhatabıma siper olmaya çalışıyorum, nafile. söylenen söz, atılan ok, geçen zaman geri gelmiyor.

gerçi çok pişman olduğum pek bir şey yapmadım ben hayatta, Allah çok yardım etti. koskocaman pişmanlıklarım yok geriye baktığımda. çok pişman olacağım şeyleri ( içimdeki şeytan yapmam için beni iteklese bile ) yapamadım, unutamayacağım yerleri ve insanları bırakamadım. müptelalığımı sürdürebilmek için kendimle beraber onları da sürükledim, gittiğim yerlere taşıdım. bir parçamı onlarda ve oralarda bırakmaktan daha kolay geldi. " dağınıklıktan uzak, derli toplu biri misin şimdi, madem tüm parçaların birarada " derseniz cevap veriyorum: hayır. tek kazancım çok sevdiğim birkaç yoldaşımın hala benim kulvarımda olması.

gelin görün ki bu dahi sinir katsayımı azaltamıyor. geçen gün bir arkadaşımın anlattığı gibi aşırı ( kendi normlarımıza göre aşırı ) tüketim toplumu olmamızın verdiği bir tatminsizlik, memnuniyetsizlik var. ne kadar yesek, ne kadar alışveriş yapsak da, duyargalarımızın noksanlığı beynimize " yeter " talimatının gitmemesine sebep oluyor. hepimize uyarlanamaz bir genellemedir bu demeyin, kurunun yanında yaş da yanıyor. kısa bir süre önce bir öfke patlamasına maruz bıraktım kendimi, beni dinlemeyen, dinlemek istemeyen, saygı ve zeka noksanı bir hatun kişi beni zıvanadan çıkarttı. ne demek istediğimi dinlemeden lavlar püskürtmeye başladı, sonunda da bir kaç damla timsah gözyaşıyla iyice sosladı sahnesini. ben alabora olmuş vaziyette ne diyeceğimi dahi bilemedim. onun püskürttüğü lavlar gözlerimden girip kulaklarımdan çıktı sanki. belki saç köklerimden bile hatta. neyse, efendime söyleyeyim uzunca bir zaman sakinleşemedim, sonra sözkonusu hanfendü hakkında başka şayialar duyunca anladım ki ben olmayan bir kişiliğe, namevcut bir karaktere karşı donkişotlaşmışım. donkişotlaşmamalıyım. birbirinin hayatını zehir etmeye çalışmak da herhalde insana mazoşistçe bir zevk veriyor, veyahut sadistçe bilemiyorum. çünkü birini üzdüğümün farkına varıca eşşekler gibi vicdan yaparım ben ve kendimi temize çıkaracak bahaneleri bulamamam, bulsam da yutturamam kendime. şu an anı defterime baktığımda aklıma sadece bir vaka'i vakvakıye geliyor. kendileri hala süregelen bir fenomen hemi de. bu yazıya başladığım gün o kadar asabi cüce pozundaydım ki ( aslında cüce sayılmam, boyum 160 cm, yoksa sayılır mıyım? ) şimdiyse leziz bir haftasonu ve onu takibeden bir gün sözkonusu, sinirim sinmiiiiiş gitmiş. ne yani ruh hali değişimi suç mudur? eğer öyleyse ben suçluyum arkadaş ( lar, çok kişisiniz ya, biliyorum. binlerce okuyucum var benim. öylese hep beraber; ......... )

öpüldünüz ( hepiniz ayrı ayrı ve kendi kişisel sevdikleriniz tarafından. ben hepinizi tek tek öpemem, hayır istemediğimden veya sizi sevmediğimden değil, değil mi ki sizler benim tüm kelimelerime ortak olmaktasınız, ben de kalbimde sizlere yerler ayırmaktayım, amma velakin çok vakit ayırmak lazim. ben evlenirken o kadar çok davetli vardı ki ( aranızdan orda olanlar hatırlar ) hepsini tek tek öp, o kadar uzun sürmüştü ki az kalsın uçağı kaçıracaktık ( ooooof of, lisanımız çok enteresan, bu cümleden bizim hava korsanı ve uçak kaçırma emelli insanlar olduğumuz izlenimini edinmeyin. uçağa geç kalacaktık manasında söyledim )

hayırlı işler, bol güneşler

7 Ağustos 2007 Salı

hiroshima mon amour




enteresan bir bilgi geldi az önce. " başlıksız " başlıklı yazım sanki bu bilgiye foreshadowing yapmış gibi oldu, paylaşmak isterim; bundan 62 yıl önce bugün hiroşima'ya atom bombası atılmış, bombanın adı : little boy ( küçük çocuk ). 15 bin ton tntnin verebileceği tahribatı tek başına yapan bir bomba. hayat karartan, big brotherın şeytani yüzünü ortaya iyice çıkaran. insanlık olarak tepkisiz kaldığımız faciaların en acılarından. hala nazi savaş suçluları yargılanıyor, sözde ermeni katliamından bahsediliyor. big brotherın yaptığı ise müdaafaya yönelik saldırı herhalde!!!! telafisi mümkünsüz bir acı. üç gün sonra nagazakiye atılan fatman ( şişman adam ) adındaki ikinci bombayla beraber toplam ikiyüzkırkbin japon öldü, ikiyüzkırkbin insan, ikiyüzkırkbin canlı, çocuklar, anneler, babalar, dedeler, nineler.

bugün japonlar inadına uzun yaşamanın sırrını buluyorlar, amerikalılar obezötesi forma geçip patlayarak ölme sınırlarında dolaşırken. öte yandan susuyoruz, çünkü saygılıyızdır büyüklerimize, abilerimize. insan geleneklerine göreneklerine sahip çıkmalı canım, yıkmak olmaz. büyüklere hürmet prensibinden cayamayız, caymamalıyız. zaten onlar pis japonlardı, haketmişlerdi ölümü ki böyle bir yazgı verdi tanrıları onlara... offfff, giderek insanlığa, kardeşliğe, dürüstlüğe, düzgünlüğe, normaliteye, erdemlere olan ihtiyaç büyüyor ve bulunacağına dair inancım eşzamanlı olarak azalıyor.

hırs tamamen sarıp sarmalamış hepimizi, o kadar sıkmış ki, insanlığımız ağzımızdan, kulaklarımızdan, burun deliklerimizden ( ve burada zikretmek istemediğimiz başka deliklerimizden ) çıkıp gitmiş. uzayda ruhlarımız dolaşıyor, insan olan taraflarımız. bize tiksinerek bakıyor, bedenimizle yeniden buluşmayı reddediyorlar. böylesi bir bünyeyi kabul etmiyor, ayakları yere basmadan, kimliği olmadan, hatta aslında varolmadan yaşamayı göze alıyor. ya da ben böyle düşünüyorum, çünkü her insanın ( insan suretlinin ) içinde bir iyi taraf olduğuna dair inancımı öldürmek istemiyorum. ( kendimle ilgili varyant varyant umutlarım var ama ) insanlıkla ilgili tek umudum bu, onu da kendi ellerimle yoketmeye gücüm yok.

私たちを許してください ( bizi affet )
saygılar
not : ekrem pehlivan'a atom bombalarıyla ilgili bilgilerinden dolayı teşekkür ederim ( tüm yazılarını büyük keyifle okuyordum, hiroşima ve nagazaki ile ilgili yazdıklarını ise hüzün ve teyidle yuttum )

başlıksız


bu sabah haberlerinde biri kamyon kasasında bir çanta içinde, diğeri bir karakol önünde bulunan iki bebeğin haberi vardı. kamyondaki üç günlük öbürü beş. kamera yakın çekimler de yapmış; nasıl şekerler nasıl. melek gibi uyuyorlar. çok güzeller çok. kamyonda bulunan açlık ve sıcaktan bitap vaziyette, iç organları zarar görmüş, kuvözde bebiş. bir iki gün evvel gazetede, kocasının eski eşiyle bağlantısını kesmek için 11 aylık üvey oğlunun üzerinde sigara söndüren, merdivenden yuvarlayan, kafasına sürekli vuran cani geldi gözümün önüne, zavallım bu işkenceye üç ay direnebilmiş, sonra ebedi mekanına geri dönmüş. fotoğraftaki caniyi bütün bu meleklerin kötü kalpli annesi yaptım.

( hepsi adına şahsi sanal dünyamda epey hırpaladım itiraf edeyim, hırpalamanın biraz ötesine geçtim, hastaneye gitmesini nafile kılacak kadar zom zom diye vurdum ben de onun kafasına. konuşarak canilikten vazgeçirmek istemiyorum. bu, dünya değiştiren bebişin acısını yok etmeyecek. hatta bebeğin mesajının bizlerin ne kertede vahşileşmeye başladığımız, insan suretinden çıktığımız, sadece yaratılmış insanlar olduğumuz, eksik olduğumuz ve tamamlanmamızın imkansız olduğunu anlatmak olduğunu düşünüyorum. mesajını bıraktı ve gitti... umarım daha mutludur, çevresinde kendisini seven, öpüp koklayan melekler vardır )

çocukların içinde yeraldığı olaylar beni çok üzer, hatta sadece onlar üzer. iki kazmanın yolda birbirini bıçaklaması değil geride kalan küçümenlerin gözyaşı bence trajik olan. keşke çocuklar hiç ölmese, hiç acı çekmese, kalpleri kırılmasa, hayat onlara mümkün mertebe istediklerini sunsa. pınarcık katliamında - kundağında olduğu halde - karnına yediği kurşunla hayatının ilk ve son pozunu veren bebiş gözümün önünden gitmiyor. sokaklarda çalıştırılan çocuklar, akla hayale gelmeyecek kötülükler yapılan çocuklar, ırk, din, dil, renk ayrımı yapılmaksızın hepsi melek. hepsi dünyaya ödül olarak gönderilmişler, bizim için, bize hediye, bize emanet. hırsların dokunmasıyla kirlenmemişler, açgözlülük kulaklarından fışkırmıyor, kıskançlık tabiatlarında yok ( sonradan ediniyorlar bu hissi, "adaletin bu mu dünya" çığlıklarıyla beraber ). saflar, misler gibi de temiz.

hepsini evlat edinmek, hepsine manevi ebeveyn olmak, korumak, gözetmek mümkün değil gibi görünse de herkes elinden geldiğince duyarlı olsa o küçümenler bunca hırpalanmayacaklar. benim köpek fobim var, buna yavru köpekler bile dahil. birgün korkularımın yavru köpekleri de içerdiğinden bahsederken ( keremo da çok minikti o zamanlar, on - onbir aylik ) bir arkadaşım " yavru köpeklerden niye korkuyorsun ki? mesela kerem beni tehdit etse, ne kadar ürkütücü olabilirse yavru köpek de aynı miktarda dehşet salabilir " demişti. köpek fobimden gelmeye çalıştığım nokta çocukların tehdit, tehlike, negatif iyon içermemelerinin yanı sıra hayatı güzelleştiren, anlamlı kılan pek çok niteliğe sahip olduklarıdır. sürekli açık duran ve hep sayfaları değişen bir kitap gibi, mırıl mırıl kedimiz gibi, yağmurlar gibi bereketli ve en kalpsiz insandaki yumuşak, sevgi dolu iç organları ortaya çıkarabilecek kadar sevecenler.

bir keresinde eski evimizin önüne kurulan pazarı gezerken zabıtalar limon sepetine el koydukları için ağlayan bir çocuk görmüştük. annem, aynur ve ben hemen çocuğu teselli etmeye çalıştık, az biraz başarılı da olduk. kış vakti olduğundan " gel bize biraz birşeyler ye " dedi annem. çocukcağız bizimle yukarı çıktı, kapıda bekledi girmedi içeri. nedenin sorduğumuzda çoraplarının pis olduğunu söyledi. zor bela ikna ettik, bu kez de pantolonunun kirinden dolayı koltuklara oturmadı ta ki annem otoriter tavrını takınıp onu mecburen oturtana dek. uzunca hikayesini anlattı, vanlı, onüç çocuklu bir ailenin en küçüğüymüş, çalışmaya akrabalarının yanına gelmiş, orada barınamamış vesair... ısındıktan sonra izin isteyip gitti. sonraları ne zaman bizi pazarda görse bedava limon vermeye çalıştı. biz taşındık, akibetini bilemiyorum. umarım iyi insanlar ve olaylarla karşılaşmıştır.

her biri ayrı mucize, kelimelerim yetersiz kaldı, boğazımdaki düğüm konuşmama da müsaade etmiyor. aklıma sabah haberlerde söylenen son cümle geliyor; eğer kendilerini istemeyen öz anneleri gelip hastaneden almazsa bu bebekleri kendilerini saracak başka bir kucak çıkmasını bekleyecekleri bir kuruma verilecekler. " kendilerini istemeyen öz anneleri "... anneler muhtemelen çok zor durumdalar yoksa hiçbir anne çocuğunu bırakamaz, Allah'ın işine de karışılmaz tabi de bu bebişlerin günahı ne? hemşireler, anneleri olmadığı için bu iki bebeğe daha fazla ihtimam gösterdiklerini söylediler, gözleri dolu dolu.

bebekler ölmesin, yalnız da kalmasın, üzülmesinler de, hasta olmasınlar, mutsuz olmasınlar, dondurma ve şekerlemeleri hiç bitmesin. sevgiye hiç aç kalmasınlar inşallah.
içinizdeki bebek de hep yaşasın, lütfen ona da ilgi ve sevgi göstermeyi unutmayın, bugün kendinizi üzmemeye çalışın, endişelenmeyin, olumlu düşüncelerle doldurmaya çalışın içinizi, sizden daha kötü durumda olan bu sabah hakkında haber yapılan iki bebişi düşünerek. siz iyi olun ki başkalarına da faydanız dokunsun çünkü bence iyilik bulaşıcıdır...

6 Ağustos 2007 Pazartesi

adana'nın yolları taştan



bir önceki yazımı okuduysanız burnumun direğinin sızladığını müsebbebimin keremo olduğunu bilirsiniz ( okumadıysanız da okumuş gibi yapın arkadaşlar ). işte o hadise burun direği değil, gönül teli titremesiymiş. minik kuşum bana seyahati boyunca telefonda " anne doktorlar film çekti, kolum üç hafta alçıda kalacakmış " diye kolunun kırıldığını anlattı da ben senaryo yazdığını düşündüm. kendileri daha evvel bir pazar günü babasıyla gittiği işyeri ziyareti dönüşü burnundaki bandajlarla yüreğimi ağzıma getirmişti. pencereden sargılı burnu görünce nasıl sokak kapısına yetiştiğimi bilemiyorum. yanına bir gittim ki; bizimki gülerek burnunun altında ve üstündeki yarabantlarını çıkarıyor. korkmamdan da o kadar keyifli ki!!! meğer işyerinde yarabantı bulunca aklına böyle bir fikir gelmiş, memoşun dediğine göre aynaya filan bakmaksızın burun deliklerinin üstüne ve burun kemiğinin üstüne bantları çekivermiş. şimdi aynı numaranın tekrarlandığını düşündüm, doğal olarak.

halamız ( melek abla ) üzüm toplamak için merdivene çıkarken en üst basamaktan aşağı düşüp dizini ( abartmıyorum 50 dikişlik ) parçalamış. keremo da merdivenin yanından kaçmış ve çok korkmuş halası düşünce. dahası halasının düştüğünü diğerlerine de o haber vermiş. hastane ve müdahale aşamalarına da refakat ettiğinden, kendi koluyla ilgili anlattıklarını hayal gücü yardımıyla oluşturduğunu sandım.

meğer koltuğun en tepesinden spaydırmen ( yapımcılarının kulaklarını feci şekilde çınlatırım ) taklidi yapmak için atlayınca direkt sol kolunun üzerine düşmüş ( üstelik kendisi solak ). gecenin onbirinde hastane bulamayıp kasabadan şehire dönmüşler. ertesi gün kontroller filan. çarşamba gece başladıkları yolculuğun ilk iki günü hastanelerde geçmiş. cumartesi de halamızın düşüşü bizimkilerin üzüntüsüne tuz biber ekmiş.

keremo dün gece döndü eve, minicik kolu sargılı sargılı halasının nasıl düştüğünü anlatıyor. çok korkmuşlar, belli. sargılı sargılı sarıldık birbirimize. naz yaptı epeyce, hiç sesimi çıkarmadım. yıkadım usulca, giydirdim. koynuma aldım, kokladım kokladım... öylece uyuyakalmışız. haziran'da bensiz seyahate gittiğinde de aynı şeyi söylemiştim; ben keremosuz kalabilecek kadar büyümemişim. bundan sonra anca beraber kanca beraber ( tam bir tekerleme canavarıyım ben, özlü söz ve de atasözü hatta. ne yapayım, böyle öğretilmişiz ). ekim'de ( inşallah ) yapmayı planladığımız ( henüz açıklamıyorum, netleşsin söylerim ) tatilimiz için hazırlıklarımıza başladık. benim açımdan; yıllardır zaten yapmayı istediğim bir yolculuğa keremo ile çıkmak ayrı bir heyecan unsuru oluşturuyor.

hadi hayırlısı diyorum ve kapanış cümlemi sunuyorum; oğlum öğrendin mi; etki tepki dünyası, zemine doğru ışık hızıyla uçarsan zemin de seni otomatik kapı misali çarpar.

adana'nın yolları taştan, ortopedik sorunlar adamı çıkarır zıvanadan ( hayatımda gördüğüm en çok ortopedik probleme sahip haklı olan ülke ( bu cümle daha kısa kurulabilir miydi? ) mısır. geceleri bile farklarını yakmayan taksiler, frene basmayı bilmeyen sürücüler sayesinde o kadar çok kolu, bacağı kırık olan insan var ki, anlatamam. karşıdan karşıya geçerken ( pek çok yerde trafik ışıkları namevcut ) parapant veya bungee jumping yaparken salgıladığınız kadar adrenalin salıyorsunuz çayıra mevlam kayıra )

şu sıralar oldukça hareketli ve ilginç günler yaşıyoruz, yazıyı yazarken bile etrafımda gündem değişmekte. işbu sebeple, şu andan itibaren alıcı ve vericilerimi kapatıyorum. daha fazla heyecanı kaldıramaz bu yürek.

4 Ağustos 2007 Cumartesi

çomartesi postası

canlarım, bugün size neşeli bir yazı yazacaktım, planlamıştım kafamda, oooh haftasonunuz iyi geçsin neşelenin filan şeklinde temennileri oluşturacaktı kelimelerim ki; pat diye gündemim değişti. ne yazık ki gri bir yazı bekliyor sizleri, buyrun, şöyle geçin. gözünüze kestirdiğiniz en rahat koltuğa oturun ve dinleyin..
size daha önce anlatmış mıydım; ben hemen kanarım insanlara, inanırın anlattıklarına, çarçabuk güvenirim diye. işte nasıl ki tüm hayatım boyunca bunun ceremesini çektim ve akıllanmadıysam, kalan ömrümde de pek çok kez başımdan aşağı buz gibi sular ( sıcak beni çok rahatsız eder de, bundan kelli soğuk sular dökülsün en azında diye umuyorum ) dökülecektir muhtemelen benim .

hemencecik güvendiğim insanlardan biri, çok efendi, ağırbaşlı, saygılı buna mukabil muziplik de yapabilen bir abimiz. hepimiz gibi türlü türlü sorunlar yaşam(akta)ış, kendince feleğin çemberinden ve de kamillerin rahle-i tedrisinden geçmiş bir zat. o kadar anlayışlıdır ki bize karşı ( ben ve yüksek ), toleransının sınırı yok, daimi eküri şeklinde. ne zaman daralsak yanımızda, ne zaman sıkılsak telefonun öbür ucunda. aile fertlerimizi de tanır, saygı duyar, onlar da hakeza. iş çevrelerinde de çok sevilen sayılan bir zattır. işin uzmanı gerçekten. bazı işsel ve sosyal problemler yaşayınca kendisiyle usulcacık paylaşmakta bir beis görmedik... taaa ki kendilerinin eski bir arkadaşı (!) bu hafta bizi ziyaret edene ve de bizim kendileriyle konuştuklarımızı bize yeke yek açıklayana dek. meğer bizim ağır abi konuştuklarımızı kendisine öyle veya böyle prim yapmak için kullanmakta sakınca görmemiş, paylaştığı kişi şu an bizim iş danışmanlarımızdan biri. sözkonusu başlıkları gerekseydi biz kendimiz de anlatabilirdik, ağır abimizin kendini yormasıne gerek yoktu. hem söyler misiniz kuzum; her ikisi de çeşme başlarını tutmuş, ( kelli felli değil ama ) kafa kağıtları eski basım olan muhterem iki zat neden oturup bizi konuşur? kendimizi mühim hissetmeliyiz bu durumda değil mi? daha evvel de, biteli tam altıncı yıla girdiğimiz bir hadiseyi yine böyle magazin konularının biz olmasına çok şaşırdığımız insanların dillerine pelesenk ettiklerini duymuştuk. o zaman da biz ç.m.ş. ( çok mühim şahsiyet ) miyiz acaba diye düşündüğümüzü hatırlıyorum.

cevabı hazırdı zaten; hayır biz ç.m.ş. değiliz, insanlar bildiklerini paylaşmayı seviyorlar, kendilerine emanet edilmiş, saklanması gereken doneler olduğunu bile bile, her hakkı mahfuzdur yazısının soğan suyuyla bilginin her tarafına nakşedildiğini göre göre. bu ne genişliktir? işte tam bu evrede içimdeki yedek mekanizma devreye giriyor ve şaşırmalarım bayrağı kaptığı gibi fırlıyorlar piste. anlamıyorum bunu, algılayamıyorum daha doğrusu ( kıtım biraz da üzerinize afiyet ) bana ( bir şekilde gizlilikle ) anlatılan bir konuyu, yemeyip içmeyip, anlatanı da tanıyan insanlarla paylaşacağım.. Allah korusun, bunun yerine sır paylaşmasınlar benimle tercih ederim, layık görmesinler, kabul. yeter ki bana güvenen insanları benim şu an hissettiğim gibi bir duruma düşürmeyeyim. güven kaybetmektense para kaybetmeyi yeğlemek teması çok doğru bir yaklaşımdı bence, aynen hayatta da uygulamak lazım, reklamda görüp hislenmek yetmez. güven çok önemli, ona şayan olmak, haketmek, ona göre davranmak olmalı aslolan... postacıdır sadece kapıyı iki kez çalan, başkasını bekleme. ilk izlenimin ikincisi olmaz ( özlü söz bilgimi paylaşmak istedim de sizle )

gidip kolayca başkalarının önüne sermek çok yanlış, çok. nasıl tarif etsem bilmiyorum. benim bünyem sevdiğim, güvendiğim insanlara bir arsa tahsis eder, güven ve sevgi miktarı arttıkça da kalacakları bir yuva hazırlar onlara, sürekli hatırlamak, pozitif enerji ve ışık göndermek için. yaptığım bu evlerden bazıları zaman zaman yıkılıyor ( neyse ki ölen kalan yok, hasar sadece bana, kalbime, beynime, bünyeme. güven ve sevgi fazlalığının yan etkileri bunlar, advers durumlar ) ve ne kadar uğraşsam da evleri yıkılan insanlara yeni barınaklar yapamıyorum. üstelik yıkılan evlerinde pasaportları kalıyor, bir daha benim kalbime giriş de yapamıyorlar. hoş bu durum umurlarında mıdır bilemiyorum ama benim fena halde umurumda. onların yerinde olmak istemezdim ve sevgili okurlarım ( çoğul kullandım, kaç kişisiniz bilemiyorum aslında ama kalabalık olduğunuzu düşünmek hoşuma gidiyor ) söz bir daha insanları konut sahibi yaparken daha titiz davranacağım, sizleri yıkım hikayeleriyle üzmemeye çalışacağım. ama bir vukuat olursa da paylaşmak boynumun borcu. sonuçta bu blogun varoluş sebebi bu, paylaşma(m)k.

sevgiler

not: keremo adana'da, nasıl burnumun direği sızlıyor nasıl ( deviasyonun da etkisi olabilir bu gerçi ). gelsin bir daha bensiz hiçbir yere gidemeyecek. hah haaa, bencil anne işbaşında