30 Temmuz 2007 Pazartesi

temmuzu da yedik



iyi haftalar... iyi temmuz son haftası diliyorum hepinize. şimdiye kadar genellikle eylül gibi " vayyy be, koca sene geçmiş, farketmemişim " diyen ben bu sene ( 2007 itibarıyle farklı biri olacağımı daha evvel anlattığım arkadaşlarım bilirler ) bugün geçen ayların ne çok olduğunu, hızlıca geçtiklerini yakalamış bulunmaktayım. uyanıyorum, uyanıyoruz hatta. evren uyanıyor. hepimiz açıkgöz insanlar olacağız, bu dünyanın anasından emdiği sütü burnundan getireceğiz. ha gayret.

çomartesi deniz'in " aaa yoksa bize mi geliyorsunuz keremo'yla " mesajına kayıtsız kalmamak adına yine onlara gittik ( denizlerde yaşıyoruz sanmayın, aslında çok sık görüşemiyoruz, bu aralar öyle denk geldi ) bizim fareler 5 dakika anlaşma rolleri yaptılar, 1 saat kavga. sonra cengiz'in eve gelmesi bizimkileri iyice fişekleyen ateş oldu. keremo'ya şöyle bir motor turu attırmak için yokuş yukarı cengiz hamle yapınca ardıçcım da çalışma düğmesine basılmış gibi arkalarından koşmaya başladı. ama nasıl koşmak.. deniz evde kahve yapıyor, elimde cengiz'in getirdiği nevaleler, yokuştan aşağı bir vesait geliyor ve ardıç ok yayadan fırlamış hızında ilerliyor. zar zor yetiştim, gerçekten zar zor. " hadi durağa gidelim, taksici motorcu gelince keremo'yu indirip seni bindirsin " kandırmaçıyla kapıya doğru benimle yürümeye ikna edebildim. motor sevdaları bittikten sonra eve girdik. kahve ve kek ikilisi bizi tok tutmasına rağmen cengiz'in deneysel balık çalışması da ağzımızı suladırdığından mutfağa seğirttik. deniz'le benim salatamıza cengiz'in zencefilli balığı ( mezgit ) eşlik etti. balığı soslarken zencefil ilave hiç etmemiştim ben bugüne kadar ama gerçekten çok lezzetli oluyor. mutlaka deneyin. kendisinden tarif isterseniz eminim verir de hatta.

çocuklar her zamanki gibi katı gıdalar yerine meyve suyu içip uzaklaştılar sofradan, aç olmadığımızı iddia eden deniz'le ben neredeyse kılçıkları bile yiyecektik ( açık hava acıktırıyor canım, biz ne yapalım ? ). cengiz çocukları sakinleştirip bize sükunet dolu bir ortam sözü verdi, hemen çay, salıncak, kek hayaline başladık deniz'le... ve cengiz gitti uyudu. herhalde biz yanlış anladık vaatlerini ( aynen politikacılar gibi, bol keseden at dur, icraat vakti dikkati başka yöne çek ). yaşlanıp yaşlanmadığımızı anlamaya çalışarak çay - kek olayına devam ettik. yaşlanma konusunu bizi epeydir görmemiş arkadaşlarla irdelemeye karar verdik, biz birbirimizden anlamıyoruz çünkü, hep aynıyız gibi.


günün sonunda bizimkiler o kadar birbirlerine çemkirir hale geldiler ki, keremo elindeki tüfekle ardıç'ın çene ve boynunu çizdi. ardıç onu duvardan atmaya çalıştı. " tamam hadi eve gidiyoruz, zarar veriyorsunuz birbirinize " çözümümüze ardıç'ın yorumu veriyorum;

ama siz gidince ben burda tek başıma oluyorum ve yalnız oynuyorum ve o zaman çok üzülüyorum!!!!!!!!!

" iyi de birbirinizi yiyiyorsunuz, olmaz gitmemiz lazım " diyecek oluyorum

" yemiycez artık, arkadaş olucaz, kavga etmiycez " cevabını alıyorum. en son havai fişek gösterisini başlatınca deniz anladık ki kapanış saati gelmiş. biz yola koyulduk. ama olmayacak böyle, söyleyeceğim deniz'e her seferinde havaifişek havaifişek. " kardeşim bizim için bunca parayı sokağa atma, üzülüyorum, bir daha gelmem yoksa " diyeceğim.

yolda keremo nabzımı yokladı tekrar ardıç'lara dönme konusunda beni ikna edebilir mi diye. metin durdum, sert ve de kararlı; ikna olmadım. mehmet'i arayıp ( telefon edeceğim zaman sağa güvenli bir yere arabayı çektim ) annemlerde çiğköfte partisi olduğunu, gitmek isteyip istemeyeceğini sordum, daha cevabı duymadan keremo başladı " ben de partiye gitceeeem, ben neden partiye gidemiyor muşum? ben parti çok seviyorum, benim hiç partim yooook " sanki lisan dersinde " parti kelimesini cümle içinde kullan " ödevi vermişiz!
( bir anekdot: bir öğrencim vardı benim; abdullah. ingilizce ve matematik çalışırdık beraber, ama ne çalışmak... mesela derdi ki " abla gel senle iddiaya girelim, ben kazanırsam ders yapmayalım, sen kazanırsan yapalım " iddia konusu abdullah'ın bir insanın yüzüne baktığında ilk sağ göze mi sol göze mi baktığı oluyordu ve inanmazsınız çoğunlukla ben kazanıyordum. bir kez duş alırken annem banyonun kapısından seslenip " abdullah telefonda, dersle ilgili birşey soracakmış dedi. nihayet derslere ilgi duymaya başladı afferim çocuğa diyerek havluya sarınıp çıktım. telefonda abdullah " abla, beyazıt kelimesini cümle içinde kullanmam lazım " dedi. " hımmm, ee beyazıt is a wonderful... " derken ben abdullah sözümü kesti " hayır abla hayır, Türkçe cümlede kullanacağız " abdullar hatta bir problem var galiba duyamıyorum diyerek telefonu kapattım ve duşuma geri döndüm )

eve feryat figan ulaştık. denizlerin bahçesindeyken saçlarına, kulaklarına, tırnak içlerine ve hatta ayak parmak aralarına doldurarak bize getirdiği toprakları bünyesinden ayırırken keremo'ya partinin büyükler için olduğunu anlattım. uyudu. uzun süredir görmediğim dayım da partiye (!) geldiğinden keremo'yu uyur halde mehmet'le bırakıp hemen annemlere gittim. 5 dakika sonra döndüm ve mehmet acıların partisine duhul etti.

ben de kayısılı cheese cake yaptım ( ilham gelmişti de, zat olan değil, hissiyat olan ). sabah kahvaltı - havuz - sohbet triosu saatler geçtikçe yerini temizlik yapma zorunluluğu - süre kısıtlılığı ve üşengeçlik karabasanına bıraktı. ama yılmadım, temizliğimi yaptım, hatta üstüne çorlulu ali paşa'ya gidip elmalı nargileme ( diğerleri ağır geliyor da ) sodamı eşlik ettirttim, açık olan bir kaç kitapçıyı dolaştım, ölümsüzlük peşinde gılgamış'ı aldım. yüksel'le buluştum, birlikte kahve içtik. annemle bugün zwolle'ye gidecek dayıma güle güle ziyaretinde eşlik ettim. eve döndüğümde saat 1:30 olmuştu. yorgunluktan harap ve bitap düşmüş olan ben, yarı canlı bedenimi sürükleyerek yatağa götürdüm. üstüne hafif birşeyler bile örtmeden usulca bıraktım uyusun diye. kendimce çıkardığım dersler; 1) haftasonları çoğunlukla yorucu ( biraz da sıkıcı ) 2) iki küçük çocukla uzun süre seyahat etmeye cesaret edemezdim 3) akran çocuklar birbirlerine güç gösterisi yapmaya bayılıyorlar 4) birisi size fazla güzel vaatler veriyorsa inanmayın 5) uzun yazılar da çok sıkıcıdır, eminim bu mesajı da kimse okumuyordur. hatta maç anlatabilirim bile; mesela final four'da bir keresinde yunanistan ile ispanya karşılaşmıştı. tabi ben ispanyoldum o maçta. son saniyelerde yunanistan öne geçti " neyse, n'apalım, o da konşi " diye kendimi teselli ederken son atakla ispanya maçı almıştı ve çok mutlu olmuştum. hocam buraya kadar okuduysan kesin sıfırı basacaksındır :-))))

not: yukardaki fotoğraf denizlerin bahçe.. neden her hafta sonları orada olduğumuz anlaşılıyordur herhalde :-)

27 Temmuz 2007 Cuma

yalannnnn dünya, herşey bomboş


lütfen yazının başlığına bakıp okumamazlık etmeyin. güzel şeylerden bahsedeceğim, evrenden, solar sistemden, galaksilerden filan, dilimin döndüğünce..

şimdi; güzel bir evren var, kapsama alanın dahilinde de gezegenler. pek fazla bilgimiz yok evren hakkında ( sonsuz olduğunda kelli, hani yan yatmış sekiz ile gösterdiğimiz mevhum ), buna mukabil insanoğlu ile ilgili az da olsa fikriyatımız mevcut. mevcut olmasına mevcut fakat okuduğum ve edindiğim bilgilerin hiçbiri bana insanları anlama konusunda yardımcı olamıyor ( hala arkadaşlarım bana çok safsın, bu yaşta bile şaşıracak şeyler buluyorsun diyorlar. yaşım 250 -ikiyüzelli - oldu da bu 23 nisan'da üzerinize afiyet ).

çeşit çeşit ırk olması çok normal geliyor, bu kabul de peki bunca çetrefilli ruh hallerini nasıl edinebiliyoruz çözebilmiş değilim. insan karşısındakini de kendisi gibi biliyor di mi? yok diiil, yanlış. kendin gibi sanınca başkalarını, çukura düşmen garanti. beynimizin neden girintili çıkıntılı ve şöyle yürek gibi, ciğerler gibi ne bileyim ben damarlar gibi dümdüz, parlak, ferah feza olmadığını aynen bugün anladım. o kıvrım kıvrım non-homojen yapı sayesinde ilginç ilginç hallerimizi, fendlerimizi ve efendime söyleyeyim acaipliklerimizi saklayacak yerler buluyoruz. anlayın işte. saklayacak fena fesat düşünceleriniz varsa hemen beyninizin bir girintisine yerleştiriveriyorsunuz. n'oluyor ondan sonra; mesela birine birşey mi yapmak istiyorsunuz, tamam hemen çıkartın ordan (x)3, (y)5'teki planı. taze taze uygulayın. işteeee. kendi moralinizi yükseltirken karşınızdakini oturtuverdiniz. peki mutlu musunuz şimdi? affınıza sığınarak cevap veriyorum : hayırrrrr.
arkadaşlarım, bunca çetrefil kimseye hayır getirmez, huzur vermez. bir tatlı huzur almaya gelmedik mi kalamış'tan biz? hayata geliş gayemiz neydi? bunca alengiri doldurmak niye? niye ya gerçekten? sürekli birbirimizin arkasından oyunlar, iki kişi biraraya gelip üçüncüyü çekiştirmeler? kendimizdeki olumsuzu görmezden gelip başkasına vurun abalıya muamelesi!!!

toplumsa infial işte burdan mütevellit. yazık ya bize. gerçekten üç - beç gün misafir olacağımız dünyaya kazık çakacağımızı sanıp, bu dünyada menfaat için ruhumuzu sattığımız için hicap duymalıyız. nasıl ifade etsem bilemiyorum. bir kaç gün önce öğrendiğim bir konudur beni bu noktalara yollayan. belki iki hafta bilemiyorum tam ( hafızam yaşımdan dolayı ancak bu kadar kifayet ediyor ). o kadar üzüldüm ki, kendi kendime dedim; hepimiz o güzel beyinlerimizi böyle ( çocukça bile diyemeyeceğim çünkü mesela keremo yalan dolan kurmaz aklında, yormaz kafasını öyle şeylere ) menfi düşünceler kurmakla meşgul edeceğimize soğuk füzyonu biz bulaydık ya beyler???

son olarak deniz ( ilerki tarihlerde yazarım, tanımanızı isteyeceğim bir arkadaşımdır, hatta başkalarını da yazacağım, evet tabi ya, tanışın, kaynaşın birbirinizle ) reklam ajansında çalışırken eğitim vermeye gelen ( yaklaşık sekiz sene önceden bahsediyorum, takdir edersiniz ki ismi mafiş ) bir lecturerın söylediği cümleyle satırlarıma son veriyorum. yine de hazır olun, ben toplumsal mesajlar vermeyi kendine görev edinmez bir uslanmaz olduğumdan, burasi benim sitem olduğumdan, istediğimi yazma hakkım olduğundan döktürürüm döktürürüm, lütfen okuyunuz )
if you tell the truth all the time, you don't have to remember anything ( şimdi engin tercüme bilgimle çeviriyorum; chicken translate ) her zaman doğruyu söylerseniz, hiçbir şey hatırlamak zorunda kalmazsınız!!!!!

sevgiler

not: yukardaki resim pandora'nın kutusunu açan bir huriyi anlatıyor. tabi ki bu ben değilim, önceki fotoğraflardan beni tanıyorsunuz ya :-)))


26 Temmuz 2007 Perşembe

celilo

bu yazı o kadar süre unutulmuşki, neden bilmem. oysa cevaplar zekice, gerçekten celilo celilo cestano yayınlanmayı haketmiş yani, haydeeeeee.. biz politika seviyoruz yaa, yani boş konuşma, atıp tutma sanatında gayet başarılıyız. aslında durun bakayım; atıyoruz da tuttuğumuzdan pek emin değilim :-P buyrun buradan başlayın lütfen...

not: burada yayımlanan yazılar tamamen haLay ürünü olup, gerçek kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi yoktur... inanılır oldu değil mi? zaten aradığınız numaraya da şu an ulaşılamıyor :-)))))))

celilo adlı ziyaretçimizle yapılan söyleşi; sorular gül ve yüksel'den..

yüksel : celilo, arkadaşlar cafe açsa her öğlen orda yemek yer misin?

celilo : nerede olduğuna bağlı, mesela kayseri'de olursa nasıl hergün giderim?

gül : seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsun?

celilo : benim için hiçbir sey değişmedi ( hımmm, ak partili, demek ki oy veren üçüncü kişiyi de bulduk ), mevcut partiler arasında kendime en yakın bulduğum onlar.

gül : saadet ve ak parti farkı ne sence?

celilo : saadet partisi kendini modernize edemedi ve ben ak partiyi daha samimi buluyorum. idari kadroyu tabi ki kastediyorum.

yüksel : savunduklarının aksine gayri müslimlerle işbirliği yapmalarını nasıl karşılıyorsun?

celilo : entegre oldukları sonucuna bağlıyorum. önemli olan idarecilerdir. bir şirketin sahipleri değişmedikçe gelen müdürlerin ehhemmiyeti yoktur.

yüksel : chp hezimete uğradı mı sence?

celilo : meydanlarda ki insanlar nerede bilemiyorum. toplu bir ölüm de olmadı ülkemde çok şükür.

gül : bağımsızlar için ne düşünüyorsun?

celilo : akıllı olduklarını düşünüyorum

gül : sebahat tuncel???

celilo : pkk'nın dağ kadrosundandı, kuzey ırak'tan gelirken dağda yakalandı. bunu herkes biliyor. bayramtepe ve bağcılar'dakilerin oylarıyla geldi. milletvekili maaşını alamamalı ve meclis bu yasayı düzeltip onların vekilimiz olmasına engel olmalı?

gül : leyla zana'nın son sıçrattığı fikirleri?

celilo : o son anda ortaya çıkan bir şey değil. otuz yılın söylemi. onun söylemesiyle bir şey olmaz. onların seçmeni takım tutar gibi parti tutuyor. onlardan bir şey çıkmaz. leyla zana en uç düşüncede olduğundan herkesin fikrinin bu olduğunu düşünmüyorum. sonuçta enin benim gibi düşünen de fazla insan var.

gül : doğuda bazı illerde de şaşırtıcı sonuçlar alındı.

celilo : evet, çünkü ordu karşıtı olarak akp'yi görüyorlar. askeri kendine yakın bulmadığından da akp'ye yanaşıyor. bir yazarın sözünden alıntı " bizim halkımız askerliği pergamber ocağı olarak nitelendirdiğinden seviyordu, şimdi ki komutanları ise yandaş görmüyor, yakın bulmuyor. arada uçurum var. onun temsilcisi olarak askeri de sevmiyor.

gül : geçenlerde başbakan dedi ki; cumhurbaşkanını seçemezsek referanduma gideceğiz. bu da bizim başkanlık sistemi için yolumuzu açacaktır. tek başkan, halkın seçilmişi.

yüksel : sen ananı da al git cümlesi???

celilo : halkın içinden bir adam, aynen bizim gibi konuşuyor. orda " annenizi alınız, gidiniz " dese bu normal olur mu?

yüksel : bülent arınç'ın " sen kimle konuşuyorsun farkında mısın cümlesi?

celilo : yeterince saygı görmüyorsa meclisin başkanı, milletin meclisinin başkanı. insanların kimle konuştuğunu bilmesi lazım. bülent arınç gerçekten çok saygıdeğer bir insan. oğlunu ( rahmetli ) çok iyi tanırdım, bülent beye de saygım sonsuzdur.

gül : kadın - erkek eşitliği?

celilo : kadın - erkek eşit değil, eş olmalı. ayakkabının birbirine eş olan ama eşit olmayan tekleri gibi. ikisi de gerekli, tamamlayıcı. tüm canlılarda bu böyle.

gül : kadın sadece erkeğe eş olsun diye mi var?

celilo : erkek de aynı şekilde kadına eş olsun diye var. sağ ve sol el farklı ama bir cismi kaldırmak için ikisi işbirliği yapıyor. sadece sağ tek ayakkabılarla yürüyemezsin, hakeza solla da. penguenlerde babalar dört ay yavrularını ayaklarının altında ısıtır. ben akşama kadar sokaklarda soytarılık yapıyorum eşim çocuklara bakıyor. eşim soytarılık yapsa ben çocuklara bakamam.

newton eksik bulmuş


bazı sabahlar uyandığınızda kendinizi olduğunuzun on katı daha ağır hisseder misiniz? veya yerçekimi sizi her zamankinden daha çok yere yaklaştırır mı? işte tüm bunların çözümü diye sunabileceğim birşey yok elimde. bu fazlara çözüm bulmak için bu yazıyı okuyorsanız sonunda bana veciz sözler sayma ihtimaliniz olduğundan okumayı burda kesin. yok aklımdan geçenleri öğrenmek istiyorsanız; buyrun işte...

günlerdir ( hatta aylardır ) üstüste negatif iyon yüklü haberler alıyorum. pek çoğunda kişisel yağmurlarım yağıyor ( çok sulugöz olduğumdan bahsetmiştim ya ). bu hafta hergün, üstüme üstüme flash haberler geldi, ama nasıl flash nasıl flash anlatamam yani. dün duyduklarıma üzülmem bitmeden bugün yenileri gelince artık kendimi beton külçesi gibi hissettim. ne yapsam kaldıramıyorum, ıh ıhh, yok, yürümek istemez bacaklarım, kollarım kalkmaz, sırtım yatağa montelenmiş. bu esnada tek güzel şey camdan gelen hafif rüzgarın benim minik kuşumu ürpetip bana doğru sokulmasını sağlamasıydı. geldi koynuma, bir kedi yavrusu gibi sığınıverdi. nasıl güzel kokuyor, nasıl anlatamam. az sonra uyandı ve " suuuu, anne suuu " dedi. suyumuz hep küçük pet şişede yanımızdadır. kapağını açtım ve uzattım.

teşekkürünü veriyorum " sen ne biçim annesin, ben sana suyu ver dedim, kapağını aç dedim mi? ne demek istediğimi anlamıyor musun? " baktım iş uzayacak, usulcacık giyindim, salonda, bir rüzgarla karşılaşabilme umuduyla uyuklayan mehmet'e " keremo seni çağırıyor " dedim. mehmet yanına gidince de benim küşük böcüüüm sustu. betondan gövdemi sürükleye sürükleye işe geldim.

aslında bu kertede pessimist bir yazı yazmak istemiyordum, iş komşularım isteyince yazayım dedim. arkadaşlar; küçük mutsuzluklar birikiyor da ( eskiden barajlarda da birikirdi, tevellütü eski olanlar anımsar ), mutluluklar neden birikmiyor? yok mu öyle bir banka, iktisadi mevhum filan?
" getirin küçük mutluluklarınızı, üç ay sonra nurtopu gibi iki katı mutluluk verelim size? "
" haydeee, mutluluk biriktirici geldi hanııım. yok mu tasarruf ettiğiniz mutluluklar, sizin adınıza çoğaltalım ? "

beton gövdemle işe gelince, aldığım haberlerin ve ağır gövdemin yoğun baskısı sonucu yeniden musluklarımı açtım. yarım saat kadar o sular öyle boşa aktı gitti, yanaklarımı,
t-shirtümü ıslattılar. sonra bir ferahlama, bir ferahlama. şimdi zıp zıp toplar gibiyim desem inanın yani. ya da inanmayın, bilemiyorum. kendim küçücüğüm, sorunlar büyük. devler ülkesindeki gulliver gibiyim. size anlattığıma bakmayın, siz yabancı değilsiniz diye :-) çözümü kendim bulmalıyım, hatta kendimde bulmam daha iyi olur. şu satürn transitinden bir an evvel çıkmak lazım.

yaz geldi ve bütün ecnebi ülkelerde yaşayan akrabalar, tanıdıklar yurda geldiler. bir kısmı tatilini tamamlamış, dönüş hazırlıklarında. henüz hiçbirini ziyaret edemedim; yooo pardon bir aileyi ziyaret ettim. artık onlar diğerlerine anlatsın. çünkü bu görülmez ve duyulmaz adam halime bir süre daha devam etmek niyetlisiyim. kendim bile bünyeme fazla geliyorken başkalarını da düşünmeye bu naçizane kafatasım, ansefalim yer bulamaz. çok dolu olduğundan değil, sadece dağınıklıktan. toplamak lazım, lazım da kafamı toplamak dolabımı toplamak gibi değil ki! hepsini yere dök, tasnif et et yerleştir. öyle değil işte.

siz çok ağırlaşınca ne yaparsınız? nasıl toparlarsınız kendinizi? ya da iyice mi dağıtırsınız?

size anlatmadığım bir ağva seyahatim olduydu benim, sakladığımdan değil. konu oralara gelmedi. haziran 20'de mehmet bir antep seyahati yapmak durumunda kaldı. akşam saat onda gelip keremo'ya " oğlum ben antep'e gitmek zorundayım " dedi. keremo " ben de geleyim baba " dedi. yazın en sıcak günlerinden birini yaşadığımızdan " keremocum, olmaz annem, sen gitmesen daha iyi " dedim ( mantıklı anneyim ya ). mehmet " aslında götürsem mi ? " diye bana sorunca keremo " anneme yavaşça ne söylediğini duydum " dedi. mehmet sordu " ne dedim oğlum? ". keremo cevap verdi " sen ne dediğini biliyorsun!!! " odasına seğirtti ve kurbağa çantasını peşinde sürükleyerek yanımıza döndü " ben de geliyorum, hazırım " dedi.

( pasif ) anlayışlı anne-baba modelleri olarak gülümsedik, oğlumuza sarıldık. ben duygulandım, gözlerim doldu ( zaten hazırlar sululuk moduna geçmeye ). giysi vesair malzemelerini hazırladım ve benim küçük böcüüüm çarşamba akşamında pazar akşamına dek sürdüreceği seyahatine başladı, benim dört günlük saltanatıma da start vererek.

arkalarından ( küçük bir kap dolusu ) su döktükten sonra eve döndüm. yıkanmış çamaşırları astım. sonra öylece kalakaldım. bir süre evin içinde dolandım. biraz ütü yaptım, onları yerleştirdim. sonra bişeyler okudum. ıhh ıhhh, zaman geçmiyor. uyuyayım en iyisi diyerek yattım uyudum. ertesi gün bol bol telefonda konuşurum hayaliyle aradım ama bizim küçük bey " arabalara bakıyorum " bahanesiyle konuşmadı benimle. nasıl refüze oldum, nasıl. trip yapacak kimse de yok, kendi kendine de trip yapılmaz ki canım. neyse, perşembe akşamı dayımın ( ve eşinin ) yeni doğan bebeğine hayırlı olsun demeye gittim ( bebek 4 ayını doldurmuştu, biraz ayıp oldu gerçi ). eve döndüm, bir önceki akşamki yıkanmış çamaşırları ütüledim, yerleştirdim.. televizyonu karıştırdım, yok, bir şey yok, yapacak bir şey yok. uyudum. cuma günü bizim zehra ile tatil planları yapmaya başladık, gün içinde mobil halde olmam gerektiğinden ( sonra size başka bir yazıda anlatmayı planladığım, epey bir zamanımı uğruna heba ettikten sonra asıl yüzünü gördüğüm bir cins-i latifle birkaç yere gitmek durumunda kaldım) düzensiz iletişim kaynaklarıyla buluşma noktası koordinatı ayarladık; araba kullanma özürlü zehra'larının evinin bahçesi :-)

zehra'ya " sabah 7'de hazır ol " dedim amma velakin kendim 7:30'da uyandım. üstelik anadolu yakasına vapurla geçmek için iskeleye gittiğimde olağanüstü güzel bir vaporetto gördüm vee bir kaç fotosunu çekmek üzere telefonumu çıkardım, o vapuru kaçırma pahasına. işte o an farkettim kiii telefonum kapalıymış. o ana kadar oooh, mis zehra da uyanmamış demek ki, uyansa arardı söylemiyle kendimi rahatlatıyordum. telefonu açar açmaz mesajlar ve hemen akabinde " geldiğin an seni öldüreceğim " tehditleri aldım. pişkince " zehra hemen kapat, ben seni arayacağım " atlatması yapmak zorunda kaldım. ne yani o devasa gemi kütlesini konuşurken çekemeyeceğime ve zehra ile iki dakika sonra da konuşabileceğime göre haklı değil miyim bu talebimde?

bol fotodan sonra hemen iskeleye koştum, bir sonraki vapura yetiştim. üsküdar'a yanaştık. zehrişkoma çok güzel ve büyük bir demet lilalı - beyazlı - morlu çiçek aldım. çengelköy'e doğru yola koyuldum. zehra'lara ulaştığımda sabah saat 8:30'du. ters yönden gelen bir motosikleti gören trafik polisi cadde ortasında aynen şu anonsu yaptı: sen ters yönden mi geldin? ( lütfen bunu sesli olarak ve ağzınıza elinizi megafon misali yaslayarak okuyunuz )

motosiklet sürücüsü cevap verdi : hayır abi
polis : haaa, demek benim gözlerim bozuk. ben bugün bir doktora gidip gözlerime baktırayım.

işyerini açmakta olan manav, ben, minibüs şoförleri, gülmekten harap düştüktük. megafonla yapılan muhabbete bakın ya, güzel yurdum benim.

neyse efendim, zehracım sabah 7'den o saate kadar arabanın içinde beni beklemiş, gittiğimde biraz ( hatta daha fazla ) sinirliydi. çiçekleri verdim. barıştık, yola çıktık. hemen benzin ve açlıktan ölmemek için yiyecekler aldık ( taaa yeni gine'ye gidiyoruz, yol uzun tabi ) neyse şile'yi geçip ( keşke şili olsaydı ) ağva yoluna girdikten sonra ( şarkı söyleye söyleye geçtiğimiz mis gibi orman yolları bu arada, yol tünel gibi ve çatı da ağaç dallarından müteşekkil , kıskandırmak gibi olmasın ) hemen sağa çekip kahvaltı pikniği yaptık. açlıktan ölme riskini başımızdan savdıktan sonra konaklayacağımız tesise gittik. neyse ki tranquilla'daki kahvaltı servisi bitmemişti. sandviçlerle geçiştirdiğimiz açlık nöbetimiz geri döndü ve oturup bu kez de mükellef bir kahvaltı ziyafeti çektik kendimize.

hemeeeeen deniz bisikletine atladık, vıınnnnn karadeniz. o kadar serin, böcekli ve tuzluydu ki ( tadına da baktık mecburen, madem içine girios tadını da bilmek lazım diye ). iki atlı resmen çocuklardan da şendik. çok güzeldi çooooook. sakindi kumsal. az insan, güneşli hava, karnımız tok, serin deniz. ohhh missss yani.

akşam dönüşte ( ben yine acıkmıştım da, o kadar yüzme, güneşlenme, deniz bisikleti maceramız ve konuşma, gülme acıktırıyor beni, ne yapayım? ) göksu'da biraz dolaştık süper yunus bisikletimizle. saat 7'de sofra başındaydık. 8'e doğru başlangıçlar geldi. 9'a doğru ana yemek. sofradan kalktığımızda diğer konuklar yeni yeni masaları dolduruyorlardı. ağva'ya indik, iki dakikada ortalığı kolaçan edip tranquilla'ya döndük veeee günün en güzel anı; hamak boş :-))))))) hemen kurulduk tabi, zehra üşüdüğü için bir hırka bulduk ona, geceyarısına kadar sürecek felsefe, gevezelik, dedikodu, mistik güçler, seri katiller ve envai konu başlığıyla bezeli konuşmamıza başladık. sofradan kalkan konuklar hevesle parsellediğimiz hamağa doğru geliyor, karanlıkta bizi göremedikleri için heyecanla başladıkları yönelme, biraz yaklaşıp bizi farkettiklerinde ani istikamet değişikliğiyle sonuçlanıyordu. yıldızlar ( yıllardır görmediğim büyük ve küçük ayıya da rastladım orda, hani ilkokul kitaplarımızda anlatılırdı ya, işte onlar hala varlar ve çok güzeller ) hava ve çimlerimiz o kadar güzeldi ki, vadim o kadar yeşildi ki...

geceyarısı sızlayan omuz, sırt ve bacaklarımızı da alarak, klimasızlıktan sauna ambiansı sağlayan odamıza gittik. kalın kumaştan cibinlik kendimizi iyica kapana kısılmış hissettirdiğinden kurda kuşa yem olma riskini göze alıp nefes alabilme şansını seçtik. sabah uyandığımızda her yerimiz hala ağrıyordu, sinek, böcek ısırığını kontrol etmeksizin hemen yunus bisikletimize koştuk, denize gittik. karadeniz daha da serindi ve böcekler gitmişti. ancak pazar gününden faydalanmak isteyen yüzlerce insan doldurmuştu kumsalı ( bize özel bir yer olduğunu bilmediklerinden olacak, ayıp olmasın diye ses çıkarmadık ). biraz sonra yine acıktığımızdan hemen geri döndük, kahvaltımızı ettik. sinirli halimiz geçti ( ben açken çok sinirli olurum da ). toparlanıp yola koyulduk. kaza tehlikesi atlattık, ama zehra onun tehlike olmadığını kazanın bizzat kendisi olduğunu iddia edip durdu. kaza dediği şey yanımızdan geçen minibüsün uyarı kornası çalmasıydı. dondurma yiyerek ve bildiğimiz tüm şarkıları katlederek geldik. bizim pamuk prensesi evine bıraktım ve dahi arabasını da. üsküdar'a beni bırakmaması ve kendimin bu transport işini halledebileceğime dair hasan amca'yla ufak bir polemik yaşayarak ( hasan amca olayı kuşak çatışmasına bile getirdi, bu arada inanın kendisi 5. kat balkonundan bahçedeki bana sesleniyor :-))) üsküdar'a sağsalim ulaştım. üsküdar'da bu kez duyduğum anonsu veriyorum:

trafik polisi : taksiciler, siz şimdi çayınızı için, tostunuzu yiyin, bu araçlarınızı çekmeyin burdan. sonra da ceza makbuzu gelince " ulan ben bu cezayı niye yedim " dersiniz.
:-)))) yurdum insanı, yurdum polisi..

hemen ardısıra meydanda başbakanın banttan bir konuşması çınladı. o biter bitmez de mhp'li bir grubun canlı olarak atışma metni.. o kadar komikti ki.. her yerim sızlayarak vapura bindim. dışarda oturarak serbest anne olark geçirdiğim 2 günün tadını iyice duyumsayarak vapur yolculuğunun ardından superman yüksel'in aracıyla evime döndüm. bu esnada nasıl bir vaicdan azabı başladı; onca gündür ( 1,5 uzuuuuun gün ) oğlumu yabanellere gönderdiğimi, kendimi de arkadaşlarla eğlenceye verdiğimi, kötü bir anne olduğumu, kalpsiz ve de umarsızca davrandığımı, madem o muhteşem naturaya gidecektim oğlumu da yanıma alabilirdim gibi türlü düşüncelere garkoldum. tatilin keyfi, duygusuz ve ilgisiz anne olmanın hegamonyasına yenik düştü. nasıl hislendim, vicdan azabı filan bastı beni. zaten hafta içi çalışıyorum, haftasonu da alıp başımı arkadaşımla tatile gidiyorum, oğlumu da alabilirdim. yuf bana.

eve gittiğimde keremo da dönmüştü " annecim ben daha tek başıma kalacak kadar büyümedim, lütfen beni bırakıp gitme " dedim. sarıldık, öpüştük, öpüştük... annesinin kuzusu. özgürlük güzel olmasına güzel de alışık olmayanda pek tuhaf duruyor canım.

seçtik


sonunda bu seçimi de atlattık ( her ne kadar sonuçları pek çoğumuzu şaşırtsa da ). tanıdığım insanlardan en az kırkına sordum kime oy verdiklerini; sadece 2 kişi akp'ye oy vermiş. onların dışındakiler çok şaşkın ve nasıl olup da böyle bir sonuç çıktığını anlamış değiller. sonuçların memnun etmediği kişiler şaşkınlıklarını fevri cümlelerle izah edince ortaya bu kez de çok çirkin söylemler çıkıyor. bu ülke bir bütün mü; evet bütün ( çok şükür ). peki herkes birbirinin kopyası mı? klonlandık mı birbirimizden; hayır. O halde aynı evde yetişen kardeşlerin dahi fikirleri ayrı ayrıyken ( ve beş parmağın beşi bir mi diye bir atasözümüz de varken ) neden herkesin kendimiz gübü düşünmesini istiyoruz.

kendimize benzeyen insanlar olmasını istemek tanrısallaşma arzumuzdan ileri geliyor. başkalarının başka insanlar olduğunu, başka bünyelere ve fikriyata sahip olduğunu kabullenmek istemiyoruz. belki anlamıyoruz, bilemiyorum. bir arkadaşım söylerdi " mükemmelliyetçi olmaya çalışan insan herkesin kendisine benzemesini istermiş, herkeste kendi suretini görme arzusuymuş bu. insan olduğumuzu, tam olmadığımızı kavrayamayıp, bazı acizliklerimiz olduğunun farkında olmadığımızdan " güüüç bende artııık " dermişiz aslında için için ( tabi bunu alenen değil, biliçaltımızda dermişiz )

sonuç itibarıyle; sonuçları kabul etmenizi ( muhalifsek ), kutlamanızı ( tarafsak ) ve tüm bunları sakinlikle yapmanızı rica ediyorum. çok yorgunum, uykusuzum, gürültü - patırtı kaldıramayacağım.

şimdi herkes yerine otursun lütfen, derse başlıyoruz ( keşke hayat bir okul olsa ama sınavlar şimdikinden daha kolay olsa, para kazanma mecburiyeti olmasa, okulda kötü çocuklar hani nasıl bir şekilde dışlanır ve dış mihraklar size biraz zor zarar verirse hayatımızda da bu şiarlar geçerli olsa. arkadaşlar hadi ya, kuralım şöööyle en kralından bir okul. yarın sabah kapıda buluşup kıralım hatta. benim canım ders dinlemek de istemiyor :-) )

mızıl mızıl
( sağ üst resimdeki benim bir gravürüm, yani gravürü ben yapmadım da model benim, tabi şimdi bu halimden on yaş daha yaşlıyım )

21 Temmuz 2007 Cumartesi

seçmek ya da seçmemek

( yukarıdaki fotoğrafta kararlı bir seçmen görüyorsunuz, yıllardır aynı ideolojiye oy veren, kimsenin istikametini bozamadığı. kararlı olmak böyle bir şey olmalı, ne istediğini bilen, ona göre yaşamını presiplerle bezeyen )

( bu fotoğraf ise kararsız seçmeni gösteriyor. karman çorman dimağı, gözleri umut ışığı arıyor, varılacak limanı ( liman burada oy verilecek parti oluyor ) bulmayı umuyor, ne yapacağını bilmez bir halde. fazla trajik olduysa gülün geçin, boşverin okumayın resim altlarını )

tüm dünyanın gözünü bizim üzerimize çeviren ( yazılı basınımızdan aşırtma bir cümle, yoksa benim şahsi olarak bir fikrim yok; dünyanın gözü bizde mi değil mi diye ? ) seçim günü kaçınılmaz olarak geldi; yarınnnnn.

pek politika bilgim yoktur benim. savunmamsa var; eee 80 kuşağıyız biz , apolitiğiz, depolitiğiz ve nepolitiğiz, soğuk bakarız politikaya ( müslüm baba misali: bırrrrrrrrr ). devlet potansiyel gücümün farkında, bile bile yaptılar o anayasayı ki beni uzaklaştırsınlar politikadan. aksi halde dünyanın gidişine yeni yön veren liderlerden olacağımı biliyorlardı. çok sıkı muhbirleri olduğundan benimle ilgili istihbaratları kuvvetli yani.

nitekim; önce oy verme hakkımı elimden almaya çalıştılar bana seçmen kağıdı vermeyerek ( asıl sebep başka, taşındığımız halde ikametgahımızı yeni yere nakletmeyi mehmet de bendeniz de atlamışız. eskiden neredeyse her evden dışarı çıktığımızda gereken ikametgah kaydı ve nüfus cüzdan sureti şimdilerde pek gerekmiyor bu sebeple muhtarlığın yerini bile öğrenmemişiz. işbu sebepten herkes " kime oy vereceksin ? " sorularına başlamadan aklımıza seçmen kağıdı / muhtarlık düeti gelmedi ) politika arenasından uzak tutmaya çalıştılar. ama aslan yürekli mehmet seçmen olma hakkımızı yeniden kazanmamızı sağladı, çok uğraştı bunun için, çok savaşlar verdi, tehlikeler göze aldı, herşeyin bir bedeli olmalı canım ( eski muhtarlığımıza, yani bir mahalle öteye giderek ). heeeeeyt be, kim tutar beni, kullanacağım oyumu. demokrasi, demokles, kılıç, özgürlüğüm engellenemez!!!!!!!!

gelgelelim oyumu ona mı, buna mı yoksa şuna mı vermeliyim bilmiyorum. artı ve eksileriyle düşündüğümde kusura bakmasınlar ama ortaya bir ehven-i şer çıkmıyor. moralleri bozulmasın diye bir ilave yapayım; hepimizin kusurları var zaten, değil mi ama? keşke hep beraber hareket edebilsek ve kimseye oy vermesek. hepimiz. sonuçlar açıklandığında her biri ikişer üçer oy almış olsa. o kadar oyu alırlar zannedersem. bu kertede yüksek ikna kabiliyetime rağmen parti yöneticilerini de kimseye oy vermemeye ikna edebileceğimi sanmıyorum. çok ısrar ederseniz sizin için denerim; ama fazla bel bağlamayın bana; söz vermiyorum. gerçi böyle bir halin tezahür etmesi durumunda seçimler yinelenir ve bir ton para boşa gidermiş, amaaaan zaten bir ton paramız hergün çeşitli sebeplerle eriyip gidiyor. böyle bir dersin bedeli bence parayla ölçülemez. hem o giden para benim, sizin ve onların. hepimiz kabul ettikten sonra kim ne diyebilir???

hiçbir partinin tüzüğünü okumadım, takım tutar gibi parti de tutmuyorum. zaten takım da tutuyor sayılmam; beşiktaş'ın renklerini çok zarif buluyorum, en sevdiğim renklerdir. işbu sebeple fahri beşiktaşlı sayılırım. partilerin renklerini de bilmiyorum, ama renge göre karar verilmez ki zaten! partiler konusunda mütereddit ruh halimi atak yapacak moda çeviremiyorum... zordayım anlayın. pegasus elimde, ben nereye gideceğime karar veremiyorum. zavallıcık benden kahramanlık bekliyor.

fransızların bir sözü varmış; kalbim solda ama cüzdanım sağ cebimde diye. ben pek romantik sayılmam, cüzdanım da daimi olarak çantamdadır. bu ipucundan da yararlanamıyorum.

offff of, en iyisi ben bu akşam istihareye yatayım. seçim sonuçlarını da görmek niyetiyle. yarın bilgisayar başında olamayacağım. sonuçları pazartesi yazabilmeyi umuyorum. peki siz hangi partiye oy vereceksiniz? en azından bir tüyo verseniz, söz kimseye söylemem

kararsız seçmen

20 Temmuz 2007 Cuma

bak anne taburem oldu benim!!!!!


günler öncesinden kandilinizi kutladım ya ben, aslında dünmüş kandil meğer. sordum, etrafımda kimse bilemedi mealini. mübarek gecelerden, dualar kabul olur nev'iinden açıklamalar yaptı aile büyüklerim.

bu aralar içimde manevi bir boşluk daha doğrusu koca bir gedik duyumsadığımdan keremoyu da alıp, kandil akşamı camiye gitmeye karar verdim. dua ederiz, kendimizi ferah feza hissederiz, ohhh misss. sordum zat-ı muhtereme " gidelim anne " dedi. sultanahmet'i hedefleyip yola çıktık. yol üzerinde beyazıt camisini görünce bizimki " anne bu güzel, buna gidelim " dedi. " oğlum sultanahmet çok daha güzel, ona gidelim " dedim, ıhııh. kabul etmez benim küçük keçim. neyse uzatmayayım; gittik beyazıt camisine. benim prensim başında takkesi ve kendi boyunun yarısı kadar olan seccadesiyle ( gerçekten o seccade o kadar minik ki ancak bebekler kullanabilir. onlar da namaz kılmaz. kimler için yapılmış acaba? her şey fonksiyonel olmalı bana göre, aksi halde mevcut olmamalı. yani non-functional must be non-existing!!!! hımmm ) epey önden koşturdu.

içeri girdik; çok güzel dualar okundu. çok çok güzel. ne kadar fazla şey istiyoruz Allah'tan. namazın başlamasına azıcık bir süre kala bizimki kabına sığmaz oldu ve de camiye.
" bir kenara otur " dedim
" anne ben arkadaki teyzenin taburesine oturmak istiyorum " dedi.
ben de mantıklı anne modeli " oğlum, tabureler bir kişilik olur. sen duvardaki süslü ahşap kapının önüne otur annecim " dedim.
namaz başladı; keremo " bak anne taburem oldu benim " diye yanıma geldi.
namazı kesmedim tabi ama afalladım da. nasıl yani. kadıncağız belli ki rahatsızlığından dolayı tabureye oturarak namaz kılacaktı, oldukça kilolu ve ortayaşlarını gerilerde bırakmış biriydi. ama tabure burda, keremonun elinde. üstünde o hanımefendi yok. zaten olsaydı keremo tabureyi imkanı yok kaldıramazdı. fizik kanunu tabi.
ilk sünnetleri kıldık ( Allah kabul etsin ), keremoya bakındım. tabureli hanımefendi " sizin oğlan beni yere yapıştırdı " dedi. " ilk sünnete ayakta başlayayım dedim, duadan sonra dayanamayınca oturmak için geriye doğru hamle yaptım, tabureyi alıp gitmiş sizinki, yere düştüm. her iki dizimde ameliyatlı, kalkamadım. herkes namaza başladığı için kimse yardım da edemedi. kalakaldım böyle dedi. " hanımefendinin gözlerinden ağrıdan dolayı yaşlar süzülüyordu ama bir yandan da gülüyordu.

gülsem mi ağlasam mı bilemeden, molayı fırsat bilip hemen kadıncağızın yanına seğirttim. özür diledim. keremocum da mahçup mahçup kafası önde dinliyordu bizi. annesinin kuzusu. gerçi bu kısmından sonra beni ayıplayabilirsiniz ama kadıncağız ağrısı artınca eve gitmeye karar verip tabureyi keremoya vermek istedi de bizimkisi gururundan almadı :-) " madem sen tabureyi aldığımda kızıyorsun, ben de artık istemiyorum senin tabureni " dedi benim burnu düşse kaldırmayacak minik böcüüüm.
kendi kendime utana sıkıla gülümsedim. namazdan sonra dua vardı yine. size daha önce de söylemiştim ya; ruh halim çok değişken diye. dua esnasında da çok hislenip ağladım. tutamadım kendimi. bir arkadaşım benim çok sulugöz olduğumu söyler hep. haklı da zaten. gözlerimdeki muslukların açılması için benim hamle yapmam gerekmez bile, bir melodram düşünmem yeter... keremo geldi yanıma, yüzümü tuttu, baktı " annecim, yüzünü gözünü seveyim ağlama " dedi. daha da hislendim, biraz daha ağladım " ühüüüü hü benim oğlum büyümüş beyaf " dedim kendi kendime.

çıktığımızda o kadar yorgundum ki keremoya zorla dondurma ısmarlayabildim. eve vardığımızda birden kurabiye krizim geldi ve gece ikiye kadar kahveli - çikalatali kurabiye ve portakallı cupcake yaptım. başarılı çalışmalar olduklarından kendimle gurur duyup, muzaffer komutan edasında hemen kıvrılıp uyudum. eee bu yorgunluğun üzerine bu alemde kaç kişi iki farklı kurabiye yapar? sulugözlülüğüm ve dualar bana iyi geldi, kurabiyelerse mehmete, memoşa ve iş arkadaşlarıma. asıl başarı bu yeteneği daim kılmakmış, öyle dediler. haftaya bu yeteneğin devam edip etmediğini mutlak surette test etmeleri gerekiyormuş, iso standardı vereceklermiş bana. asarım duvarıma ne yapayım, sonuçta onlar beni layık görmüş, reddetmek ayıp olur, di mi ama?
sevgiler
keremonun annesi

18 Temmuz 2007 Çarşamba

psikolog musun avukat mı?


bizim bir abimiz var; aynı aile no, cilt no'yu paylaşmıyoruz ama abimiz o. bundan 5 yıl önce çok elim bir olayda benle yüksel'in öfke nöbetlerini sakinliğe çeviren, hırsla kalkmanın insanı sadece rendelediğini öğreten. nitekim bu hırstan içimizden atamadığımız kırıntılar bile bir marangozun rendelediği ahşap parçası gibi bizden kırıntılar götürdü. kırıntıdan ne olacak demeyin. onlar birikiyor. aynen küçük mutlulukların birikmeyip mutsuzlukların koloni oluşturmadaki başarısı gibi..

şimdi yine bir kaos yaşıyoruz kendi içimizde, çözemediğimiz düğümler, veremediğimiz kararlar, kesip atamadığımız hasta organlar bizi ileriye doğru adım atmaktan men ediyor. öte yandan çok durağan insanlar olmadığımız için ( kardeşim balık/balık, ben boğa/aslanım, ne ruh halimiz çözülebiliyor ne de kendimizi toparlamayı başarıyoruz ) huzursuzluk diz boyu arkadaşlar. biliyorum ki her ikimizde satürn transitine girdik. çarptık o duvara. gerçi pek çok insandan duydum; herkes huzursuz ve mutsuzluk denizinden nasibini almış. ama bizimkisi biraz başka türlü. hala hata mıdır, doğru mudur bilemediğimiz eylemler yapıyoruz. bu sıralar kararsızlığımız bile başlıbaşına bir fenomen.

bizim okuldayken yaptığımız bir oyun vardı. uzuuuun upuzun bir lastiği alır, uçlarını birbirine bağlayıp esnek ve büyük bir halka elde ederdik. sonra 15-20 kişi o halkanın içine girip amip şeklinde bahçede dolaşırdık. tabi herkes halkayı başka yöne çekmeye çalışırdı. çok eğlenirdik. gerçekten. ne tuhaf oyunlar oynuyormuşuz. bahçedeki insanlar da bizim düşe kalka bir yerden bir yere gitmemizi izleyerek eğlenirdi. faydalı bir topluluktuk yani. birbirimizi o kadar çok severdik ki; otoriter müdür muavinimiz arife kalender bile orta3 sonrası sınıflar karıştırılacakken içinin bizim sınıfı dağıtmaya elvermediğini ama yapacağı bir şeyi olmadığını ve çok üzgün olduğunu söylemişti. neyse konum çok dağıldı ( aynen kafamın içi de böyle; dağınık dağınık bir sürü oda. hangisinden başlasam bilemiyorum, hoş birini toplayıp diğerine geçtiğimde beriki kendini yine tarumar ediyor )

neyse efendim; işte yüksekle ben bu lastiğin içinde bir o tarafa bir bu tarafa gidiyoruz. ama biz okul bahçemizde değil, pek çok hayvanın ( kimseyi kastetmiyorum ) olduğu bir jungledayız, belki vahşi bir nehir burası bilemiyorum. işte tam bu aşamada oyundan çıkma isteğimizi paylaştığımız oktay abi ( kendisi bizim hakemimiz olur, çok güveniriz ) tutup kendisini alternetiflerimiz konusunda bilgilendirip, başaracağımıza kani olmasını sağlamadıkça oyunu bitirmeyeceğini söyledi. hoppalaaa, böyle bir oyun var mıydı? oyun dediğin biter. olmadı sen çıkarsın.
oktay abi avukatlığın ona öğrettiği trickleri bize kullanıyor, hemen farkettik ama öte yandan da öyle sevecenlikle, bize çaktırmadan bulunduğumuz yerde bir yere tutunmamızı sağlamaya çalışıyor ki; söyledikleri yumru gibi kalıyor boğazınızda. aynı şeyleri bir başkası söylede ben kesin içinden " işkembe-i kübradan atıyor " derim. ama o söyleyince bir dalıp düşünüyor insan. medea'daki chorus gibi. benim böyle bir kaç kişim var, onlar benim sağduyum, başrolü benim oynadığım medea'mın chorusu. tökezlediğimde elimden tutamasalar bile, tutunup kalkabileceğim yeri işaret ederler bana. bu bağlamda zehra'nın da kulaklarını çınlatmak istiyorum; güzel chorus'um benim.
alacağın olsun abi; bugün bize bir şarkıyla neşe kattı, sesi de fena değilmiş hani. eğer avukatlıktan ve alaylı psikologluktan vazgeçerse kesin aç kalmaz :-)))) umarım bunları okursa kızmaz bana.


şarkı aynen şöyle

"... hadi yüreğim ha gayret

hele sıkı dur hele sabret

başını eğme dik tut

bu bir rüyaydı farzet

..."


yeterince motive edici bulmadınız mı; oktay abiyi hemen arıyorsunuz, onun sesinden dinleyince fikriniz değişiyor. haa belki istediğiniz başka bir parçayı da dinleyebilirsiniz ondan,
yeterince ihtiyaç sahibi gibi davranırsanız çok enteresan bir şarkı olmadıkça zannımca.
yarın bize verdiği ipuçlarını yazmak istiyorum. iyilik yayılan birşey. yayılıp başka birilerine de bulaşır belki. yakın bir vakitte de yazılarımda adları geçen insanları tek tek size tanıtmak istiyorum, inanın bana hepsi haklarında tefrikalar döktürülecek yoğunluktalar. ben tanımasaydım onları, şahsen üzülürdüm. sizin üzülmenizi istemiyorum :-)
oktay abi'ye baktığımda pek çok olayda ( çantasını çaldırıp, kendisini üzüntüden hasta edecek kadar başkalarının dertleriyle meşgul olabilen bir şahsiyet ) kahraman rolleri üstlendiğini görüyorum, başkalarının " aman etliye de sütlüye de karışmayalım, ismimiz kötü anılmasın " kaideleri varken oktay abi galyalılarla savaşan asterix gibi; önce zekice cümlelerle karşısındakinin şeytanlarını yokediyor. sonra içindeki insanı bulmaya çalışıyor. her zaman bu kılıfın içinde insan bulabildiğini zannetmiyorum ama takdire şayan çabasını görmemek mümkün değil.
şimdi kendinize güvenerek ne yapıyorsunuz; avukat gerektiğinde de, psikolog gerektiğinde de, canınız şöyle sizi silkeyelip kendinize getirecek bir şarkı duymak istediğinde de onu arıyorsunuz. tabi bu anonsumdan sonra muhtemelen benim şarkılarım bitmiştir ama olsun halkıma faydalı olduktan sonra gerisi mühim değil. kendi şarkımı kendim söylerim. ya da ortaokuldan beri müzik öğretmenlerinin şarkı söylemesini yasakladıkları yüksel'den rica ederim. o çocuk dört gözle böyle bir fırsat bekliyor. gelişmeleri bildiririm. ( ooof of, çok yönlü insan olmak ne zor şey canım, size zorda kaldığım bir durumu ve süpermeni anlatacakken sanata olan ilgimden dolayı nerelere gelmişiz :-) )

sevgiler
( fotoğrafın ne olduğunu merak edenler için veriyorum; en son vapurda, dolunaylı bir akşam denizin görüntüsü. ben çok sevdim, paylaşmak istedim )

küçük kız çocuğu



nesrin dün maille küçük prensesi azra'nın fotoğraflarını göndermiş, tatildeyken çektiklerinden...

o kadar sevimli ki azra fotoğraflarda, gelişigüzel durmayıp poz vermiş hatun. geçtiğimiz pazar birlikte müze gezisi yapmaya giderken de kız çocukların erkek çocuklardan daha çabuk büyüdüklerini öğretti bana.

nesrin'le " işiniz zor" diye dalga geçtim hatta. insan arkadaşlarına samimi davranmalı, değil mi ama?

geçenlerde keremo bir markette " baba güneş gözlüğüne ihtiyacım var " diye zorla kendine gözlük aldırmış. hemen ertesi gün amcası ve yengesiyle polonezköy'e pazar gezmesine gideceği için babası gözlüğünü de verdi kendisine. keremo gözlüğü takınca da babamız " oooof oğlum çok yakışıklı oldu, bütün kızlar peşinde koşacaklar " dedi. keremo, iki yandan gözündeki gözlüğü tutarak " gözlüğümü almaya çalışacaklar değil mi ? " diye sordu. o kadar güldüm ki; düz mantık sonuçta.

azra kuşu süslenip püslenip, prenses edasıyla civardaki bakkal / pastane gibi dükkanların önünden geçip muhteşemliğini gösterme niyetlisi. keremo ile birbirleriyle rekabet ederken konuştuklarına kulak kabarttığımızda da keremo tam çocuk gibi konuşuyor, azra daimi baskın :-) hanımefendi, beline kadar uzun olan saçlarını 5 - 10 cm kestiler diye " saçlarım ne zaman uzar ? " veryansınları ediyor :-) bütün kızlar gibi babasına hayran, eve ailenin reisi değil gerçek bir prens gelmiş muamelesi yapıyor. necip'in mutluluğu görülesi ve kıskanılası.
sanki dün gibi; annesiyle kumburgaz tatilinde tek sandalye üzerinde uykumuza rağmen alelacele kahvaltı edip denize gidişimiz, okulda öğrenimimizden kalan zamanda (!) eğlenmemiz, istanbul'un en yağışlı sonbahar günlerinden birinde nikahına yetişemeyişim ( bu nedenle nesrin hala evlenmiş gibi gelmez bana :-))
azra daha anne karnındayken nesrin'in keskin uyku saatleri vardı ( toplandığımız zaman mutlaka azıcık kestirir, 10 dk sonra uyanır ve hiçbir şey olmamış gibi etkinlik her neyse katılırdı ) . azra doğduğu gün o kadar şekerdi ki, tam yemelik. kucağıma aldığımda titrek titrek ağlayan bir minik bir kuş. ağlarken dudakları da gözleriyle beraber eyleme katılıyorlar. bağrıma bastım, bildiğim duaları okudum, o zaman keremo 5 aydır karnımdaydı. herhalde ilk kucaklaşmalarıyıd bu :-)) anne babalarımız bizim hiç büyümediğimizi düşünürler ya; işte aynı şeyi ben de bizimkiler için düşünüyorum. kusura bakma azracığım; ne kadar büyürsen büyü, hali hazırda sana olan ilgi artarak devam etse de, kendin çocuk sahibi olmadan ne demek istediğimi anlamayacaksın. bizim için hep küçük prenses olarak kalacaksın kuzucuğum.

küçük kuş fotoğraflarda da gerçekten küçük kuş değil mi? dilerim hayatın boyunca özgür, mutlu ve cıvıl cıvıl olursun. bulutlar sadece yağmur getirmek için yanına uğrarlar, karamsarlık değil.
( bu konudan da anlıyoruzki; benim ruh halim çok abidik ve de gubidik, asla sabitleyemiyorum, bugün optimistim. yarın belki slalom olurum :-)) nostaljik bir kapanış yapayım; iyi akşamlar kovalasın tavşanlar

17 Temmuz 2007 Salı

obladi oblada yehuuuu


bugünki mesainin sonuna geldik. yarına kadar hoşçakalın. eve gidip enerji küpü bir canavarla boğuşacağım, yemek yapacağım ve de en çok sevdiğim iş olan (!) ütü olayına gireceğim. Allah zor durumda olanlara yardım etsin.


şimdi aniden bastıran bir iş sebebiyle belki haftaya isveç'e gitmem gerekeceğini öğrendim; 1200 adet ürünün etiketlerini değiştirmek üzere. var mı yardıma gelmek isteyen?


keremo'nun annesi

aramızdan biri










merhaba. bugün bizi ofiste ziyarete gelen bir arkadaşımızla sohbetimiz çok enteresan yerlere gidince kendisinden bu konuları sizinle de paylaşmak için izin aldım.. işte deniz karaağaç, işte söyledikleri..
keremo : seçimden sonra nasıl bir ülke bekliyorsun denizciğim
deniz : her seçim sonrası olduğu gibi yeni hükümete de alışacağız ve sesimiz çıkmayacak. bu konuda kötümserim.
keremo : sen nasıl bir hükümet isterdin?
deniz : şu anda mevcut hiçbir siyasetçiyi beğenmiyorumdaha genç ve siyaseti gerçekten okumuş olan birilerinin gelmesini isterdim. oysa memleketimizde herkes siyaset yapıyor. daha özgür bir ülke olabilsek keşke.
keremo : nasıl yani?
deniz : benim başım açık diye nasıl problem yaşamıyorsam, kapatmak isteyenler de yaşamamalı. zaten yabancı ülkeler bize yeterince çifte standart uyguluyor, bari biz kendimize yapmayalım. sağcı-solcu, alevi-sünni gibi ayrımcılık ön planda tutulacağına; Türk başlığı altında kendimizce Türk kimliğimize zarar vermeden yöneldiğimiz niteliklerimizi özelimizde yaşamalıyız. Varoluş sürecimizde yaptığımız savaşlarda nasıl her beraber düşmana karşı koyduysak, ikinci kimliklerimizi ön plana çıkarmayıp ortak bir amaç için birlikte hareket ettiysek şimdi de aynısını yapmalıyız.
keremo : küresel ısınma hakkında düşündüklerin nelerdir?
deniz : küresel ısınma yaşadığımız ve daha da yaşayacağımız bir gerçek. dolayısıyla yazılı ve görsel basın aracılığıyla ne yapmamız gerektiği ve hepimizin üzerine düşenler tekrarlanan mesajlarla anlatılmalı. biz millet olarak hassasız. üzerimize düşeni yaparız diye düşünüyorum.
keremo : iş hayatı hakkında düşündüklerin nelerdir? işinden memnun musun?
deniz : çalışmayı ve iş hayatını seviyorum ama benim işim çok stresli ve insanların memnun olmamasından şikayetçiyim!
keremo : ben biliyorum ama okuyucularımız bilmezler, ne iş yapıyorsun?
deniz : bir tekstil firmasında müşteri temsilcisiyim.
keremo : kadın - erkek ilişkisi hakkında ne düşünüyorsun?
deniz : kadınların erkeklerden üstün olduğunu düşünüyorum çünkü; dinimiz dahi kadını kutsal olarak nitelendiriyor, üstelik hepimizin günlük hayatta defalarca gördüğü gibi kadınlar erkeklerden daha zeki. iş hayatında da daha düzenli ve daha başarılılar. anne olma özelliği de kadınlara verilmiş bir ödüldür. ve bence her kadında keskin bir zeka vardır diye düşünüyorum.
keremo : çok zeki olduğunu düşündüğün bir kadın ismi dersem? güncel isimlerden
deniz : kendim desem? ( burada hepimiz çok gülüyoruz deniz'in tevazusuna )
keremo : bu yaşlarda nerede ve ne yapıyor olmayı hayal ediyordun? ( bu arada deniz 35 yaşında )
deniz : istanbul'da boğaz'da mesela lacivert gibi bir restoranın sahibi veya işletmecisi olmayı istiyordum
( burada anlıyoruz ki deniz hayallerinden uzak bir noktada ve bu konuyu fazla deşmiyoruz )
keremo : büyük bir pişmanlığın var mı hayatta, okuyucularımız seni tanımıyor merak etme, hatta okuyucumuz var mı bilmiyorum :-)
deniz : ( susuyor, yanlış bir soru sordum galiba ama ok yaydan çıktı bir kez ) zamanımı çok boşa harcamışım, bundan dolayı çok çok pişmanım. o yılları geri verseler keşke. yaşadığım aşklardan pişmanım; hep üzülen taraf olduğum için, hep başkaları ne der diye düşündüğüm için bir çok şeyi yaşamadım. sürekli ailemi düşünerek hareket ettim, bundan da pişmanım. başka bir şehirde veya ülkede yaşamak istedim olmadı, istediklerimi asla yapamadım.
keremo : en azından bir kısmını düzeltme şansın olamaz mı? çünkü sonuçta daha yaşayacakların vardır?
deniz : bundan sonrasını yaşarken " insanlar ne der " diye yaşamamaya çalışacağım. kendi çocuğumu yetiştirirken bunları yaşatmamaya çalışacağım.
keremo : şöyle söyleyeyim; çocuğunu da insan kendi başına yetiştiremiyor. mutlak surette çevreden etkileşim oluyor haberin olsun. çocuk sahibi olmayı düşünüyorsun sanırım, inşallah. evlilik filan?
deniz : evlilik düşünüyorum, anlaşabileceğim biri olursa :-)
keremo : nasıl biriyle anlaşırsın?
deniz : yanında olmaktan sıkılmayacağım, beni güldürebilecek, keyiflendirebilecek, benden daha genç biriyle ( her zaman bana tazelik vermesi için ) anlaşırım herhalde. iyi temizlik yapan, iyi bulaşık yıkayan, güzel kokan birisi olsun lütfen. omzuna kafamı yasladığımda güven hissi veren biri olmalı, dostun olmalı.
keremo : cem yılmaz olur mu desem, hem omuzları da geniş ?
deniz : pek güven vermiyor bana.
keremo : evlilikten beklentilerin neler?
deniz : kendi halinde bir evin olması, sevdiğin adamın evde olması. çocuğun olunca ailenin tamamlanması.
keremo : yetersiz cevap :-(
deniz : fazla hayal kurup sonra üzülmemek için evlilikle ilgili hayaller kurmuyorum. yaşayıp görmekten hoşlanıyorum.
keremo : sana şu an üç dilek hakkı versek??? ne dersin?
deniz : 1. genç olmak istiyorum. 2. herşeye yeni baştan başlamak istiyorum. 3. çok para istiyorum.
keremo : hımmm bunca paragöz olduğunu farketmemişim :-)
deniz : yaşarken hayat pahalılığı ve herşeyin para olduğunu görmem bana bunun önemimi öğretti. paran varsa herşey kolay.
keremo : hayatında ki en önemli üç şey desem?
deniz : ailem, ailem, ailem..
keremo : asla değişmesini istemediğin üç şey de son sorumuz..
deniz : ailem, dinim, kadın olmak
keremo : bu konuşmadan anlıyoruz ki her kadın gizli feminist olabilir, herkes pişmanlıklar duyabilir ( hatta duyar ), deniz hafif çatlak ( bunu bazı yazamadığım cevaplara dayanaraktan söylüyorum :-) )

bizimkilerin 36. evlilik yıldönümü


annemle babamın 36. evlilik yıldönümü için sürpriz bir şey hazırlamak istiyorduk ama ne yapacağımıza karar veremediğimizden epey düşündükten sonra ikisinin de çok sevdiği güzelce'deki bahçede yemek hazırlamayı uygun gördük.

bir gün önceden menüyü planladık, kağıt fenerlerle renkli lambalar aldık.


o sabah erkenden evden almamız gereken mazlemeleri arabaya koyup işe gittik. öğleden sonra saati zor 4 edip hemen çıktık, bizim kuzin gül'ü sıkı sıkı tembihledik " babam sorarsa işleri vardı çıktılar dersin " şeklinde.


hemen alışverişimizi yapıp güzelce'ye varıp işlere koyulduk, ortalıktaki çöpleri topladık, masayı hazırladık, fener ve lambaları astık.


menümüz wokta kremalı mantarlı tavuk ve ( tavuğa ön haşlama yaptığım suyu ilave ettiğim ) pirinç pilavıydı. bahçedeki leziz domatesi, salatalığı ve biberleri de eklemeyi unutmadık. yan komşumuz sedef abla da bahçesinden papatya, nane gibi bildik bitkiler ve tanımadığımız çiçeklerden çok güzel iki demet hazırlayarak soframızı şenlendirdi. az sonra yemeğe de yanlarına kömürlü gerçek semaverlerini de alarak katıldılar.


annem, babam, başocan ve keremo evin önüne geldiklerinde arabaları görünce panikle onlarca senaryo yazmışlar; bunların burda işi ne? acaba ne oldu şeklinde. bizi koca yastıklar üzerinde chill out yaparken bulunca eminin annem eski günlerdeki gibi terlik atmak istemiştir. gerçi yıllardır kimse terliklerin hedefi tutturabildiklerine şahit olmamıştır, bu yüzden pek önemsemeyiz... ancak o denli korkmuşlar ki annem sofrada bile hala ne kadar endişe ettiğini anlatıyordu.


işin en iyi tarafı her ikisinin de yıldönümlerini unutmuş olmalarıydı. iyi valla hem biz yokken evlenin hem de unutun. evlat olmak zor iş anne babanız yerine herşeyi sizin düşünmeniz gerekiyor :)


bugün canım çok sıkkın


bugüne tersten uyandım galiba, ne yatağımdan kalkmak istedim, ne işe gelmek... uzun süre uyuyayım, uyandığımda da bu sıkkınlığım geçmiş olsun diye hayal kurdum. hemen yanıbaşımda uyuyan küçük faremin uyanması ve " anne acil tuvalete gitmem lazım " bağrışları ancak beni yataktan çıkarabildi. bu negatif yüklü iyonlar sebebiyle ters başladığım gün devamında da öyle geçiyor, işler durağan, gelecek fena halde belirsiz, hava sıcak. kısa bir süre öncesine kadar ( yaklaşık 6 ay ) hiç bitmez sandığım enerjimden geriye ancak günlük rutinlerimi gerçekleştirecek bir kaç kalori kalmış. hani araba bozulduğunda iteriz ya aynen öyle kendimi zorla sürüklüyorum. mızmızlanmak aslında pek adetim değildir, bu yüzden bu halimi ben de yadırgıyorum. kime anlatsam; aa sağlıklısın, oğlun sağlıklı.. bundan büyük hazine olur mu diyecek. ama her an sağlıklı olduğun için mutlu olamıyorsun, ya da ben olamıyorum.

geçen haftalarda işyerinden bir arkadaşımız hastalanıp semt polikliniğinden " ambulans olmadığı için seni acilen sevkedemiyoruz, ama hemen samatya ssk'ya gitmen lazım " diagnosisi!!! alınca onu yüksekle beraber hastaneye götürdük. orada geçirmek durumunda kaldığım 3 saatte gerçekten sağlığım için şükreder hale geldim. ama mutlu olamadım. acil serviste kavga etmek için cok makul sebeplerim vardı; sedyeyi hastamıza çarpan görevli, yer cilalama makinasını ayağımın istünden geçiren görevli, kapıda baygın vaziyette kocasının kucağında duran ve içeri girebilmek için yol bulmaya çalışan zavallı kocayı sadece izleyen görevli beni gerçekten delirtti. en sonuncuya dayanamayıp " neyi izliyorsun, sedyeyi yetiştirsen daha iyi olmaz mı?" diye çıkışmadan duramadım artık. bu ailenin yanında 1,5 - 2 yaşlarında bir de minik kuş vardı. babası muhtemelen bilincini kaybeden anneye odaklandığı için çocuğa ayakkabı filan giydirmeden kapıp gelmişti. havalar zaten çok sıcak olduğu için ayakları üşümeyebilir ama mikrop kapma riski var. hastanede koşuşturdum galoş bulabilmek için; görevliler o kelimeyi ilk kez duymuş gibi " yok bizde ondan " dediler.

hastamızı bırakmamamızı doktor sıkı sıkı tembihlediği ve biraz da telaşla işyerinden çıkarken yanımda sadece cebindeki para olduğunu farketmediğimden dışarı çıkıp çocuğa terlik alamadım. hırsımı bir kenarda uzun uzun ağlayarak çıkardım. ne faydası oldu derseniz; benim dışımda kimseye faydası olmadı tabi ki.

koridorda tonton bir amca eşinin kalp rahatsızlığı sebebiyle en az 10 hastane gezdiklerini, 70 milyar ( eski hesap ) para harcadıklarını, ancak bu hastanede eşinin iyileşebildiğini anlattı "buranın doktorları çok iyi kızım, hastanız Allah'ın izniyle iyileşir " dedi. gerçekten servisler hiç doktorsuz kalmıyor ve doktorlar otomatik biçimde sürekli sırayla hastaların başındalar, o kadar nazik ve ilgililer ki. cidden hipokrat yeminlerini tutuyorlar. dilerim bizim başocan da böyle bir tıp adamı olur.


hastanede muhteşem ilgili ve bilgili doktorlar buna mukabil cahil ve beceriksiz görevliler olduğunu anladıktan sonra - işini layığıyla yapan görevlileri tenzih ederekten - hastaneden ayrıldık. eve giderken kafamız karmakarışıktı. ben hayır işlerinde çalışarak çok mutlu olabileceğimi anladım. kar odaklı bir şirkette çalışmaktansa yardım amaçlı çalışmalarda bulunarak hayatımı kazanmak ne güzel olurdu.


yarın regaib kandiliymiş, yarın yazamazsam şimdiden kutlamış olayim. kandiliniz hep yansın, ışığınız hiç sönmesin..


sevgiyle ve enerjiyle kalın

16 Temmuz 2007 Pazartesi

yaz geldi, benim pilim bitti








yaz geldi, benim pilim bitti. çoğunluk yaz mevsiminde daha enerjik olup; o tatil senin bu haftasonu benim formatına girerken benim canım hiçbir şey yapmak istemez. tembelleşirim. ürperdiğim, serin ve yağmurlu günleri özlerim. gerçi bu sene herkes yağmuru özlüyor, benim gibi. yağmurlu günler; okuldan arkadaşlarla beraber eve gelip, annemin hazırladığı çaya eşlik eden üzümlü fındıklı kurabiyedir, arkadaşlarımın gelmediği günler camın önündeki koltukta okuduğum kitabımdır ( kaloriferin dibinde, aynen bir kedi gibi... ). sokakta yürürken yüzüme vuran damlaların bana verdiği mutluluk hissini güneş ışığından asla alamadım. belki nisan'da doğduğum için. bizim okulda da çok güzel olurdu yamurlar, çamlığa gider denize bakardık. hoş, sınıflardan da bakmak kabil ama çamlığa gidersek ıslanma şansımız da olduğundan daha makbuldür.


bahçede çamurlu sularla birbirimizi ıslatmaktan, birbirimizin eşyalarını yine o çamurlu sulara atmaktan da çok keyif alırdık. bir süre sonra aramızdan birini camdan atmak isteyecek kadar umarsızdık. şimdi bile yazarken bir tebessüm yerleşiyor yüzüme. beraber büyüdük biz, 11 yaşından 18 yaşına bilfiil beraberdik. sonrası kimi zaman kesintili, kimi zaman eski günlerdeki gibi. cumartesi canım denizcim'le konuşurken farkettim ki öyle ya da böyle değişmişiz. iyi, kötü pek çok yeni huy edinmişiz. birbirimizi dinlememeyi, dinlesek bile anlamamayı öğrenmişiz. işbu sebeple pek çok arkadaşımı kaybetmişim. ya ruhsuzlaştım ya da akıllandım; gidenlerin ardından yas tutmuyorum artık.

Allah ömür versin hepsine; yaşadıkları halde pek çok eşimi dostumu kaybetmişim. zaman zaman içim acısa da yokluklarına alışıyor insan. aklıma takılan sadece bir şey var; mehmet "yeni kurulan dostluklar asla eskiler gibi olamıyor, mutlak bir çıkar ilişkisi giriyor içine" dedi. yeni kurduğum ( ya da kurmaya çalıştığım ) dostluğum yok gerçi. ama ne pahasına olursa olsun eskilerini sürdürmeye çalışmak mı gerekli?

hımmm, bugün anladığım kadarıyla pessimistik bir halet-i ruhiyem mevcut. ben konuyu burada kesiyor, sallanmayan salı günleri diliyorum...

pazar pazar



pazar sabahlarını gerçekten sabah karşılayan bir aile olarak saat 8'de kahvaltı için boğaz kıyısında bir yere gitmeye karar verdik.

eşim beykoz'da çok güzel bir yer bildiğini söyledi ve yola koyulduk. çubuklu'da gerçekten güzel bir yere gittik, meğer bizden de erken uyananlar varmış :-) masaların çoğu doluydu.
kahvaltımızı ettik, keremo ekmeğinin hepsini küçük parçalar halinde balıklara yedirdi. hesabı ödemek için eşim masadan kalkınca bizim küçük adamımız da peşinden hemen seğirtti. bir an keremo'nun babasının yanında olmadığını farkettim. korkuyla ayağa kalktım ama restoranda yoktu. dışarı koştum, bu esnada muhtemelen garsonlar hesabı ödemeden kaçtığımı düşünmüşlerdir :-) benim küçük böcüüüüm deniz kıyısına alçak duvar üzerine konuşlanmış, elinde kalan son dilim ekmeği de balıklara atmakla meşguldü.

onu öptüm öptüm, sarıldım. iskele tarafına giderek balık kümelerini besledik. keremo yine ayaklarını suya sarkıtmaya karar verdi. ben korkuyla sırtından tuttum. bu esnada bazı balıklar gözüme pek bir lezzetli göründü. ayrıca akıntılı bir yerde olduğumuzdan deniz de çok temizdi.

dönüş yolunda arkadaşımız nesrin ve onun dünya güzeli kızı azra ile buluşup çocuklarımızı istanbul modern'e götürdük. çocuklarla gidince eserleri yeterince incleyemiyorsunuz, dolayısıyla ben bir kez daha gidip incelemek istiyorum pek çok tabloyu. okul zamanlarında da resim derslerinde en sevmediğim konu natürmorttu. değişen bir şey yok. çok güzel bir müze, çok güzel düzenlenmiş. müzenin kendisi, merdivenleri bile sanat eseriydi. çocuklar için olan bölümün düzenlenmesini de çok güzel yapmışlar.



keremo orada azra ile oynamak yerine benimle gezdi. alt kattaki gursky fotoğraflarına bayıldık. oğlum ferrari'ye dokunmak istedi ( ağustos'ta istanbul park'taki yarışlara gitmek farz oldu bana :-)). fernando ortega'nın şelale sesi eşliğinde pierre bismuth'un çengel kitabı projesini mavi halı üzerine yarı uzanıp yarı oturarak izledik.

çıkışta bizim minik canavarların açlığını acil tarafından eve gidip sebzeli makarna yaparak bastırdık. bizim pilimiz bitmişti günün sonunda, enerji küplerimiz ise hala evin altını üstüne getirebiliyorlardı. yine keremo'yu arkadaşından zoraki ayırarak evimize döndük. kısa bir banyonun ardından bizimkisi rüya görmeye başlamıştı.

keşke hergün haftasonu olsa :-) tembelim biraz galiba

haftasonu






kendime çabuk geldim :-)
cumartesi günü öğleden sonra kardeşim yüksel, keremo ve ben ( keremo'nun annesi ) sirkeci'de bir işimizi halletmemiz gerektiğinden trafikle boğuşarak eminönü'ne gittik. yenicami'nin yanındaki saray muhallebicisinin önünde " gel abla gel " diye parketmemize yardımcı olan çocuk sayesinde rahatça parkedip anahtarı da ona teslim ettikten sonra içeri girdik. çok lezzetli yemekler yedik. dışarı çıktığımızda o çocuğun olmadığını, polislerin kendisini tutukladığını öğrendik. önce ne yapacağımızı bilemedik ama hemen sonra keremo ile ben karakola gidip çocuktan anahtarları almaya karar verdik. keremo yolda giderken " kendime güç yüklüyorum anne, kırcam onların kafasını, nasıl yükselciğimin anahtarını çalarlar, anne bana dondurma al ki güçleneyim " gibi cümleler eşliğinde karakol arama çabamı şenlendirdi.

3 farklı tarifle; mercan, valilik ve son olarak tren garı arkasında aradığımız karakolu bulduk. polisler anahtarları bizden önce restorana göndermişler gerçi, boşuna onca yolu keremo kucağımda olduğu halde çekmişim ama en azından kırmızı boncuklu bir anahtarlığın da gönderilen anahtarların arasında olduğunu duyunca rahatladım.

bu negatif enerji yükünü çocukluk arkadaşım deniz, onun küçük tavşanı ardıç ve ardıç'ın babası cengiz'i saruyer'deki muhteşem manzaralı evlerinde ziyaret ederek atmaya karar verdik. çocukları bahçede boğuşurken izlemek o kadar keyifliydi ki. uzunca bir süre deniz'e işkence yaptık " şunu getir, bunu getir " diyerekten. cengiz mecburen işe gittikten sonra yüksel, deniz, ben, uzun süredir görüşmemiş olmamız sebebiyle epey konuştuk. bu arada güneş batıyor ve havai fişek gösterileri boğazı süslemeye başlıyordu.


çocukları birbirlerinden zar zor ayırarak biz eve doğru yola koyulduk, aklımızda bu ziyareti bir dahaki sefere sabahın erken saatlerinde başlatma planları yaparak...

istanbul güzel, paylaşabileceğin arkadaşlar varsa

merhaba..


bu benim ilk yazım, bu kadar heyecanlanıp ne söyleyeceğimi bilemez hale geldiğime inanamıyorum. genelde anlatacak çok şeyi olan biriyim ama şimdi kelimeler kayboldu sanki. onlar yerine gelene ve ben söylemek istediklerimi yazabilecegim bir bloga sahip olmamin normal bir durum olduguna inanana kadar hoşçakalın :-)