12 Aralık 2008 Cuma

-den hali


insanın hayatta her istediği olunca mutsuz olurmuş, isteyecek veya uğrunda çaba gösterecek bir konu başlığı namevcudiyeti ruh halini pessimist, nahoş durumlara yöneltirmiş.

bu bağlamda hayatta denemek istediğim şeyler listesine ( ki bunların ilki deli gibi, a böyle paraya m.k diyebilecek kadar deli gibi zengin olduğumda kişiliğimde bozulma olacak mı konusunu deneyimlemek istiyorum ) yeni segment ekleniyor; acabağğğ her ietediğim olsa mutsuz mu olurum? deneme yapabilmemiz, bu hipotezi teoreme çevirmek için yardımlarınıza ihtiyacım var. işte mütevazi listem ( bu listede keremo ile ilgili madde bulunmama sebebi onunla ilgili hiçbir hevesimin hayalde kalmaması isteğim, uzayda yaşasın, f1 pilotu olsun, hiç boyanmamış, görülmemiş renklerin ressamı olsun, uzuuuuun bir hayatı olsun, sağlıklı olsun, daimi sağlıklı, mutlu olsun, her saniye, her an, hep iyi insanlarla karşılaşsın, kötülük ve şeytani sıkıntılar çıkmasın karşısına bu bana yeter )

1-) nepal'de üç ay tatil
2-) with bono accompanying me
3-) kimse hastalanmasın
4-) üç ay tatilin verdiği rehaveti atmak için iki yıl sürecek dünya turu...
5-) dünya turnemin her ayında ayrı refakatçi ( refakatçi listesi bilahare açıklanacaktır )
6-) dünyadaki tüm ihtiyaç sahibi, anne-babasız çocuklara yardım edebilmek ve yardımın benden kaynaklandığını öğrenmemeleri, sadece sevinçlerine şahit olmak
7-) herkesi sevindirecek birşeyler bulabilmek
8-) hayatımın kitabını yazmak
9-) hatta filmini çekmek
10-) sevgili canonumun ve istediğim objektiflerin bir sabah uyandığımda başucumda olması
11-) ferrarimin hız limitlerini zorlayabileceğim yollar
12-) to travel hopefully is better than arrival'ı yalancı çıkaracak varışlar
13-) doğru zamanda ve yerde doğru kelimeleri bulmak
14-) daha derin bir hafıza ( sonsuz dilemekten korktum da )
15-) herkese 3 dilek hakkı verebilecek sihir gücü :-)
16-) ormanda 20 kaplan gücü
17-) en creative artist olmak
18-) köpeklerden korkmamak
19-) yılanlardan da korkmamak
20-) beş tane at; the black stallion 1, the black stallion 2,...
21-) aslında insanların düşüncelerini anlamak diyecektim ama vazgeçtim; bu hem hayalgücünün sonu olur hem de mutsuzluk getirebilir, hem de zaten insanların akıllarından geçeni okumak ayıp olabilir
22-) yaratılan olduğumu unutmamak, tanrı rolüne soyunmadan iyilik yapmak; başkalarına faydalı olmak beni mutlu ettiği ve yaratılmış bir kul olarak vazifem olduğunu düşündüğüm için istiyorum.
23-) galiba benim iyelik sıfatlarım ve egom fazla gelişmemiş, hala hayatı paylaşmaktan ibaret sanıyorum. şu öğrenemediğim kendimi ve haklarımı korumanın gelip beni sarmalamasını diliyorum. anladım ki bu bana bir ilham olarak gelip yerleşmezse asla edinemeyeceğim bir nitelik olarak kalacak :-(
24-) hiç yaşlanmayalım
25-) saçlarım hiç bozulmasın
26-) makyajım da silinmesin :-)
27-) uykum gelmesin
28-) bu bloğu daha da kişiselleştiri,p söyleyemediklerimi de yazabileceğim bir hale getirmek... ama o da çok sıkıcı olabilir, yani bir gün şu beş okuyucumdan biri yorum yazar diye hevesle beklerken bunun ihtimalini kendi kendime ortadan kaldırma kötülüğünü yapamam :-)

from jenlemen.com, i liked it a lot so wanted to share with you... i think everyone should see this website; very sincere and very nice. here is what i saw today;

For doing your work with so much love and joy in your heart.
For believing in the young women you meet and for being willing to mentor, guide and advise.
For being an honest and important part of this community.
For going the extra mile a hundred times over.
For creating the space for true creativity and magic to happen.
For paving a path worth following.
For providing a picture of real service and genuine leadership.
For showing us what it means to be strong and kind.
For offering your presence, when it matters most.
For caring about people more than printers and then making me love printers because I love you.
For all this and more, Keremo, welcome to my tribe.

It’s going to be lovely to have you.


i love you all
each of you, to whom i have confessed this and to whom i havent
words don't run out of my mouth easily, but i never can hide it in my eyes...

loves
keremo's mum

komple yumurta

anne ben bugün haşlanmış yumurta yedim, hem de komple :-)

annişkoş, nasılsın??? ( annişkoş benim )

annişkoş seni çok özledi, gel artık oğlişkoş

9 Aralık 2008 Salı

bayram bayram hey

bizim bücür bu bayramı babasıyla birlikte uzak memleketlerde geçirmeye gitti. öyle karar vermiş kendisi. bir afra, bir tafra. nasıl heyecanlı, nasıl mutlu. saçlarını kestirmiş, kendine bir parfün!!!! almış. bana da cumartesi akşamından pazar akşamına kadar müddet verdi eşyalarını hazırlamam için :-))) pazar akşamı da hala eşyalarını hazırlamadığımı görünce " sana o kadar da süre vermiştim " dedi, kınandım yani.

bu tamamıyla incileriyle dolu bir haftaydı zaten. kuzu kuzu me hepimize enteresan dersler verdi, öğreten adam; bir kolsaatinin arkasını "electroplated, çaynameyd" şeklinde okudum. yorum yaptı " hmmm demek çinde yapılmış yani " :-))))

yoldayken konuştuğumuzda da o kadar mesut memnundu ki sesi. engel olmadığıma sevindim ama onu şimdiden çok özledim. büyüyüp kendi hayatını kurduğunda ben ne yapacağım?

21 Kasım 2008 Cuma

kelimelendiremediklerim

tamam dilimiz zengin bir dil, her duruma uygun bir kelime var ama her ruh durumu tespit edilmiş mi bakalım? örneğin bir kaç hafta önce kendi kendime hikayeler uydurup dağa küstüğüm zamanki umutsuzluğumu hangi kelime ifade edecek? veya şu an içinde bulunduğum ruh hali; hani mikserde güzelce çekilmiş, içiçe geçmiş ve birbirinden ayrılması, ayrıştırılması imkansız hale gelmiş homojen karışım???

sapla samanı, üzümle çöpü karıştırmaktaki ustalığımı yaşla kuruyu beraber yakmakta da kullanırım. öyle ki; sonunda çok üzülsem de şu dik açıyla hareket eden burnum asla istikamet değiştirmez. üstüne bir de boğa duygusallığı veya romantikliğini eklediniz mi tadından yenmez. oooof, ben burcumu değiştirmek istiyorum, pragmatik kova veya en anlaşamadığım burçlardan olan oğlak filan olmam lazım. yoksa hayatım insanların ne söylediklerini ve söylemediklerini anlamamakla geçecek. doğru kelimeleri bulamadığımdan esrarlı konuşuyorum gibi geliyor size. aslında konu çok belirgin. yine anlamama durumum var. üstelik anlamadığım şeyi başkaları açıklamaya çalıştığında da hemen kendimi koruma mekanizmam çalışıp beni bu hazineden mahrum etmek isteyen dahili bedhahları oluşturuyor. size daha nasıl anlatayım, ben çok karışığım bugünlerde, seyreltilmeye ihtiyacım var, sakinleşmeye, öğrenmeye, güvenmeye...

size açıklayamadıysam da keşke bu mektup adresine gidiyor olsaydı, oysa pulu bile yok!!! hadi dağılın arkadaşlar, kendi kendime yaşamam gereken hüznüm var, dağılın..

10 Kasım 2008 Pazartesi

hayal kırıklığı ve muz kabuğu


sizin de kendi kendinize kurduğunuz - biraz şizofrenik de olsa - bir dünyanız vardır eminim. orda yenilikler, beklenen ve beklenmedik olaylar, sonuçlar vesair duygudurumlar yaşıyorsunuzdur. insan ne güzel kendi kendine konuşur, kavga eder, barışır, iki kişi yaşar tek vücutta, hatta bazen daha çok kişi olur. kendi kendine futbol oynamak gibi, hasmı da bizzat ve şahsen kendisiyken satranç turnuvası düzenlemek gibi bir şey. amma velakin oyuna ruhunu kattığınız kişi bizzat ete kemiğe bürülü biriyse farkında olmadan o da katılıverir oyuna. hem de hiç beklemediğiniz bir hamle yaparak oyunun seyrini de sizin katılım payınızı da değiştirir.

işte tam bu aşamada; eğer bunun oyun olduğunu, hayal mahsulü bir durumla karşı karşıya olduğunuzu unutmazsanız kurtardınız paçayı. velev ki oyun sizin ruhunuzu zaptetmişse yandınız. rol arkadaşınıza ne güven kalir, ne sevgi saygı, sadece kötü yönlerini görür ve hayal kırıklığı yaşarsınız. oysa sizin iç dünyanızdaki kişi böyle biri miydi? ne güzel anlaşıyordunuz hepsiyle, fikir teatisi gırla. şimdiyse aslında ne mene birileri olduğunu anlamak nasıl da kırdı sizi.

galiba en doğrusu hiç hayal kurmamak. ya da hayallere kimseleri katmamak, ne dersiniz? dersu uzala

neyse ki benim başıma hiç gelmez böyle şeyler, bunlari bir arkadaşım anlattı, ondan duydum yani.

9 Ekim 2008 Perşembe

ooooooooooof

bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır. az evvel size uzuuun ve komik bir yazı yazmıştım, o da kaybolmuş. sanıyorum zuzaylılar sitemi ele geçirdi. o kadar süper yazılar ve konular var ki hattı zatımda şahsen beni de kaçırıp uzayda blog eğitimi vermem için samanyolunun kör bir noktasına ışınlayacaklarından şüphe ediyorum.

acilen kamuflaj işlemlerine başlamam lazım, hadi ben kaçtım...

not: keremo, seni seviyorum, sakın unutma ve de uzaylılara güvenme ve de tüm homo sapiense...

şimdi okullu olduuuk sınıfları doldurduuuk

az evvel size destanlar yazmıştım. ama hepsini yanlış bir tuşa basıp sildim, cezalıyım. süre dolana kadar expresyonizmim hapis hayatına kaldığı yerden devam edecektir. işte bu ahval ve şerait içinde dahi fotolarım sizlere eşlik etmekten onur duyacaklardır...















arrivederci

26 Ağustos 2008 Salı

hani de benim elli gram pastırmam


yoldaşlarııım, canlarım özledim sizleri. yoğun gündemim, seçim çalışmaları, bulaşıklar, finansal analizler filan çok meşgul etti beni. ne itinayla boya-badana işleri yapabildim, ne yazı yazabildim. şimdi bu mecrada buluşmuşken hepimiz, birkaç fikir sıçratması fışkırtayım burdan size.

görüşmediğimiz süre zarfında olanlar
1-) bizim şirketten iki arkadaşın ( biz zaten 3 kişiyiz ) 8 günlük gulliver almanya'da seyahati
2-) bizim problemli ve cevval yedigöller / boluuu bölüü seyahatimiz ve akabinde akçakoca konaklamamız
3-) sürpriz bursa seyahatimiz, keremo'nun kıyıköy deniz sefası, köpekler ve küçük köy evi

eee hep ben anlatıyorum, bittabi o da bir yere kadar. bu seyahatlerden ne anladığımı beyan edip kaçarım aynen;
BİZ İFLAH OLMAYIZ!!!! HAKİKATEN BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR. KONUNUN AÇILIMINI İSTERSENİZ BİLAHARE GÖRÜŞELİM, BULUŞALIM KORDONDAAAA, GÜZİDE KASACI DA GELSİN LÜTFENNNNNNN..

18 Temmuz 2008 Cuma

uzaylılar gerçek

bu hafta ani bir gereklilikle salı akşamı saat beşten sonra bursa'ya doğru yola çıktık; ekip ben, keremo, yüksek ve annemden müteşekkil. darıca-eskihisar'a kadar hemen hemen iki saatte varabildik. kalan mesafeyiyse birbuçuk saatte alabildik. yolda kuzu kuzu mee o kadar komik şeyler anlattı ki neşretmeden duramayacağım.

" anneeeee, yine üç sayılı hızda gidiyorsun, hemen iki sayılıya düş!!! "
" farkında mısın çok hızlısın yine "
" bence uzayda başka dünyalar da var, mesela güneşin etrafında en yakından dönen gezegende hayat olabilir veya güneşin etrafında en uzaktan dönen gezegende hayat olabilir " anneannesi " hangi gezegende mesela? " şeklinde bir soru sorunca keremo'nu cevabı; " mars'ta ". sanıyorum kendisi phoenix ile görüşüyor :-)

7 Temmuz 2008 Pazartesi

innuendo


selam size romalılar, selam size kartacalılar... ne şiş yansın ne kebap, aramız da bozulmasın. renksiz kalayım, sonsuz ataletimle sınırsız boşlukta kendime dikip gözlerimi öylece bakayım. ne romalıyım ne kartacalı, her ikisine de eşit mesafedeyim, çok uzakta, kendi yalnızlığımda, suretimle boğuşmaktayım. dün başka bir canlının ruh halini anlatma çabasıyla ne denli karışmış olduğumu ifade etmeye çalıştıysam da kimse duymadı çığlıklarımı. kalabalığın ortasında olmak, etrafında etten duvarlar olması, kendinle sadece uyurmuş gibi yaparken başbaşa kalabilmen yalnız olmadığın anlamına gelmiyor, ya da hayatına şeffaf sargılar katmıyor. Hala your blindfolds are closed, hala huzur bulmana çok var, hala yalnızlık olduğu gibi sarmış içini, kalakalmışsın sel gibi akan çoğunluğun içinde.

nasıl negatif hislerle doluyum; pek çok şeye aşırı tepki veresim var neyse ki eylemsizliğim müsade etmiyor progresif tarafımın harekete geçmesine, yalnızım, düşüncelerim kimsesiz. bana bile ait değil gibiler. kimsesiz kalmışlar otoyolun ortasında, kamyonlardan, çılgın gibi, yolu aşındırmak ister gibi vızıldayarak geçen onca taşıttan kaçamayacak kadar da yorgunlar.

inanamıyorum sadece onikibinsekizyüz gündür dünyada olduğuma, şu an ki haleti ruhiyeme bakılırsa bunca gün, onca yıl bana bir neşeli habere karşıikiyüzseksenbeş tane hüzün katmış ( bu sayıyı şimdi uydurdum, mealsizdir ). oggway kendisi inanıyor muydu acaba söylediğine " ...inanırsan olur, gerçekten inanırsan... " fazlaca ütopik bir yaklaşım, yine de benim şu an sergilediğim uzaklaşım hatta kaçarak uzaklaşım hislerimden evladır.

etrafta pek çok fenomen; euro2008 ( bu yazıya euro2008'in en cafcaflı günlerinde başlanmıştı ancak tamamlanamamıştı. gündem ne çabuk değişiyor ), vefatlar, destanlar, koşan, kaçan, yakalanan, elektrik zammı, pahalanan hayatımız, çekilmez dereceye gelen yükler, hala sayıları artmaya devam eden, kendi kendinin karesini alarak büyüyen şarkıcı ve manken takımları. çok az şeye inancım kaldı benim, kendimi iterek birkaç demirbaşımı korumaya çalışıyorum, takatim yok, cesaretim ve hevesimin ise dibine ekmek banalı yıllar olmuş. eski bir şişeyim ben, kumlar döve döve farklı kıvrımlarımı törpülemişler, herhangi bir camdan farkım kalmamış artık, kıramıyor ışığı yedi renge hiçbir kenarım, şekilsizliklerinde eski günlerini anımsatacak hiçbir şey kalmamış. karışmış diğer şişelere, renk desen aynı, zaten uzaylar da aynı. hep beraber aynı evrende dönip duruyoruz. bir süre sonra artık ben kendim bile farkımı farkedemez oluyorum. işte toplumsal ruhun temellerini de bu oluşturur; bireysellik dışarı, toplumsallık içeri. bravo bana, kazanırım bu gidişle alnımın ortasına birincilik damgasını diye düşünüyorum. olmazsa kendim basacağım bir damga kendi kendime.

neden bahsetmek için başlamıştım bu yazıya, neye döndü. dün değil evvelsi gün keremo ile babası bir gezinti yapmaya karar verdiler, herhalde üç - dört yıldır ilk kez bir cumartesi çalışmadı keremo'nun babası. göktürk-kemerburgaz civarlarında jandarma çok gereksiz bir sebepten keremo'nun babasını tutuklamış. serbest bırakmak için küçükçekmece mahkemesi'nden bir kağıt gerekiyor, jandarma salıvermiyor ki gidip o kağıdı getirsin, mahkeme de kendisi gelmeden kağıdı vermiyor. ne hoş bir tezatlar kümesi, değil mi? gidip keremo'yu karakoldan aldım. daha sonra babası da işini halledip ayrıldı ordan, neyse ki gecelemesi filan gerekmedi. o kadar sevimsiz hikayeler ki yaşadıklarımız ağzımın tadı kaçtı resmen, üzerinde iki gün geçti hala kayifsizim. konu ile ilgili keremo'nun yorumlarını yazıp kaçacağım;

- babam çok sigara içtiği için tutuklandı.
- haaa, baban sigara yasağını mı unutmuş?
- yok, unutmamış, bile bile içiyor, sonra başı derde giriyor.

- ben büyüyünce...
- ne zaman yani?
- ... hımmmm.... onsekiz yaşına gelince uçağa binip çok uzak bir ülkeye gideceğim, bir daha hiçbiriniz beni görmeyeceksiniz.
( ertesi gün, biz barıştıktan sonra )
- oğlum uzak bir ülkeye gitme kararın hala geçerli mi?
- anneee, sen de herşeye hemen inanıyorsun. ben şaka yapmıştım!...

- ben hayvanların kafeslere kapatılmasını sevmiyorum,özgür olmalarını istiyorum ( braveheart ya kendisi )

özgürlük nerede ki hayvanlar bulsun? hepimiz bu dünyaya, bu hayatlara tutsak vaziyetteyiz bence. yaşamak istediğimiz hayatlar bir yana bize sunulanı yaşamak zorunda kalıyoruz. istediklerimize ulaşma yolunda törpülene törpülene bir şey istemekten korkar hale gelmişiz. ben öyleyim kendi adıma. hayal ettiklerimle elde ettiklerim arasındaki 180derece açı benim için katedilmesi imkansız mesafeler gibiydi. bir süre sonra üstüste eklenen uzaklıklar bir öncekini mumla aratacak, aşılamaz duvarlar ördüler önüme. eskiden olsa bir dirsek darbemle yerle bir edeceğim engellerin tutsağı oldum, ben, koca ben, korkusuz ben, yılmaz ben!...

konu ile ilgili bir hikaye var çok sevdiğim; uzak bir ülkenin küçük bir kasabasına bir kumpanya gelir. ekipteki sihirbaz tüm halkın sadece birer dileğini gerçekleştireceği vaadiyle kasabadaki herkesi o akşamki gösteriye çağırır. o yörenin en zengininin evinde çalışan mathilda kumpanyaya gitmeden önce son işlerini yaparken kendi kendine ne dilek dileyeceğini düşünmeye başlar. diğer yandan da bir an evvel işlerini bitirip eğlenceye, sihre koşmak telaşındadır. " bu dünyanın en zengin insanı olmak istiyorum " der önce, dakikalar geçtikçe " yok canıım, bu ülkenin en zengini olsan yeter " der kendi kendine. akşam iyice yaklaşınca " neyse canım, bu kasabanın en zengini olmayı isteyeyim, bu da yeter " diye düşünür. kumpanyada dilek sırası kendine geldiğinde ise sihirbazın karşısında olmanın verdiği heyecana evde ocakta unutulan yemeğin telaşı eklenir ve " evde ateşte unuttuğum yemeğin yanmamasını diliyorum " der.

benim hayatım da böyle, inanın. bu yazıyı kaç kişi okuyor, kaç kişi benim aylardır anlatmaya çalıştıklarıma kulak veriyor bilmiyorum ama lütfen zıplama aralıklarınızı çoğaltın, her seferinde daha yukarıya ve daha uzağa zıplayın. akhilleus'un kaplumbağası olmak insana hiçbir şey kazandırmıyor. hala yolculukta oluyorsunuz, umutta oluyorsunuz olmasına da her adımda daha az mesafe katederek... her adımda kendini, gücünü, mesafeleri küçülterek. " to travel hopefully is better than arrival " ikilemidir bu konuda ahkam kesmeme engel olan. öte yandan yitirdiklerimin acısıdır size " benim gibi yapmayın " dedirten.

şu aralar itici gücü kendimde bulamıyorum, süremiyorum kendimi hayata. sizi karamsarlığa itmek değil niyetim amma velakin kendimi de tutamıyorum, anlatmak istiyorum içimde yaşadığım fırtınaları. zaten biliyorsunuz bu blog bunun için.

başkalarının yanında gözlerimin dolması, gözyaşımın durmadan akması beni o kadar üzüyor ki. sanki tüm zırhımı bırakıp ok yağmurunun ortasına dalmışım gibi geliyor. korunaksız. a shelter in the dust. but all the promises we made from the cradle to the grave, when all i want is you.

Dabit deus his quoque finem
Bu da geçer.

24 Haziran 2008 Salı

rauchen verboten

arkadaslarim, adam fawer'in empati'sini okudunuz mu? tam bana gore bir komplo teorisi kumkuması. ohh mis. yıllardır içimde tuttuğum şüpheci yanı çıkardım ortaya, hepinizden şüpheleniyorum, hiçbirinize sırtımı dönmem, dönemem. yeni düsturum " kimseye güvenme!... "

geçen akşam keremo ile uyuma öncesi sohbetimiz esnasında ben olsam da olmasam da unutmaması gereken iki konu olduğunu söyledim; biri onu herkesten çok svdiğim, diğeri de kimseye güvenmemesi gerektiği. o da - kuzum benim - hemen ekleme yapti " anne mesela biri bana derse ki -gel seni annenin, babanın yanına götüreyim, asla gitmeyeceğim, çünkü onu tanımıyorum, ayrıca biri bana yiyecek maddesi verirse onu da almayacağım, yabancılardan yiyecek alınmaz ". kuşum bana ders veriyor, öğretiyor ya. hayatımda, bu süper hayatımda, varlığından dolayı gurur duyduğum tek malzeme, varlık, edebi şahsiyet, fenomen kendileri zati. boğuşma esnasında beni yere sererken kollarını boynumun arkasından başıma dayayıp kafamın cort diye yere vurmamasını sağlıyor. kibar çocuk vesselam.

" anne sigara kanserojen maddelerden ve bayat malzemelerden yapiliyormuş " dediğinde dumura uğradıydım. babasının sigara içmesine o kadar üzülüyor ki, tarifsiz. babasına anlatıyor sürekli şöyle zararlı, böyle zararlı şeklinde. ama nafile. geçenlerde yüksek'le konuşurken sigara yasağının başlamasına gelmiş konu. kerem " benim babam hala devam " diyivermiş. yüksek de bunun üzerine " o zaman babanı polise şikayet et " tavsiyesini vermiş. keremo " o kadar da değil yüksel, sadece babama yasak olduğunu anlatabilirim " demiş. yüksek'in aklına uysa babası şimdi hapiste olacak :-)))

28 Mayıs 2008 Çarşamba

a p a n d i s i t

şu devlet kurumları başka türlü şeyler canım. 28 mart tarihli yazımda uzun uzun özel sağlık kurumları hakkında atıp tuttuğum için ne denli haklı olduğumu 3 mayıs çomartesi gecenin bir vakti keremo'nun apandisit kıvranmaları nedeniyle gittiğimiz üniversite hastanesinde bir kez daha test ettim, onayladım. o hastanenin çocuk cerrahi bölümünde görevli - özellikle altan bey başta olmak üzere - tüm o pırıl pırıl ekibe teşekkürü borç bilirim. bu nasıl bir çocuk sevigisidir, nasıl bir meslek uzmanlığıdır. ülkem adına, tıp camiası adına gurur duydum resmen.

acil durum olduğu için kontroller, testler, röntgenler filan şıp diye halledildi. ssk, bağ-kur vs. sigortamız olmamasına rağmen kuruş ödemedik ( itiraf edeyim özel sigorta kullanıyoruz:-( )... üç gün mütemadiyen kontroller yapıldı ve kuzum benim sağlığına kavuştu.

hastanede olan mucizemsi bir şifa hadisesinden ise aranızda reiki ilgilisi var mı yok mu bilemediğimden bahsetmiyorum. ben her zaman mucizelere inanırım, inanacağım. zaten hayat bir mucize, keremo bir mucize... ohhh yandan yandan

19 Mayıs 2008 Pazartesi

inciler


efendim, keremo'nun son incilerini dökmek istiyorum bu vesileyle yazıma başlarken saygılarımı sunarım.

19 mayıs bayramı'nın meali;
- anne 19 mayıs ne bayramı?
- Atatürk'ü anma ve gençlik ve spor bayramı
- Atatürk'ü anmayı biliyoruz. gençlik ve spor bayramı ise spor yapıp gençliğimizin farkına vardığımız bayram anlamında yani. değil mi anne?


pazar günü (18 mayıs) bir kaç okul gezip sana bir ilim irfan yuvası bulalım oğlum talebime cevaben;
- anne sen bul, senin bulduğun benim için uygundur ben giderim. ama şimdi dedemle güzelce'ye gitmek zorundayım, okul işini de sen hallet.


cumartesi ilk go-kart denememiz sonrası;
- anne ben bu go-karta resmen aşık oldum. hayatım boyunca go-kart yapabilirim


cumartesi go-kart sonrası helikoptere binelim talebi karşılanmayınca;
-oysa ben hayatımda helikoptere binmemiştim. ne olurdu binseydik?
( hayatım dediği süre henüz dörtbuçuk yıl, Allah ömür versin inşallah yüzellidörtbuçuk, ikiyüzellidörtbuçuk yıl yaşasın benim kuzum )

bir çamlıca akşamı ( 20 mayıs 2008 ) yüksek'le keremo'nun önünde bir izci grubu geçmektedir;
yüksek
- bak keremcim, izciler geçiyor. ne güzel değil mi?
keremo
- yani bunlar yürüken arkalarında iz mi bırakıyorlar?

önceki hafta 3 mayıs günü apandisit korkusuyla hastaneye gittiğimizde;
- doktoooor, doktor gel bir şeyler yaaaap, ben ölüyorum.
aynı hastanede tuvalete gitmek istediğinde anneannesinin " evet oğlum biraz ıkın, belki gaz çıkarırsan geçer ağrın " lafına müteakiben;
- anneanne lütfen susar mısın, zaten buurda moralimiz bozuk
( bunu duyunca bu kez de biz neredeyse gülmekten ölüyorduk:-))) )

okul

geçen perşembe huzur içinde saat gecenin onunda eve gitmiş, yemeği ısıtmaya bile üşenmiş soğuk soğuk tabağıma koymuş tıkınmaya çalışırken bir arkadaşım aradı ve mayıs sonuna kadar çocukları okula yazdırmamız gerektiğini söyledi. yemeğimi zar zor yuttum ve " ne mayıs sonu, okullar eylül ayında açılmıyor mu? oooohooo daha çok var ne telaş ediyoruz? " dedim.meğer ben okulları bitirdikten sonra yani 12 yıllık bir zaman zarfında olanlar olmuş ve herşey değişmiş. yıllarca uyuyup uyuyup aniden uyanmış gibiyim. bu iki haftada nereden okul bulacağız da huzura kabul edilip kayıt yaptıracağız da falan da filan. şeytan diyor ki yollama okula, sen de işi bırak. alın kitapları baştan başlayın çalışmaya. al sana okul, al sana eğitim. servis yok, yemek problemi yok,okul masrafı yok, kıyafet serbest. hatta istersen ayakkabısız bile gelinebilir bir okul. hayal gibi değil mi?

şimdi eğitim programı
8:00 - 9:30 kahvaltı saati
9:30 - 10:30 lisan dersleri
10:30 - 11:00 istirahat
11:00 - 12:00 matematik
12:00 - 12:30 istirahat
12:30 - 13:30 fen bilgisi
13:30 - 14:00 yemek
14:00 - 15:00 öğlen şekerlemesi
15:00 - 16:00 lisan dersleri
16:00 - 17:00 müzik ( yandan yandan şeklinde beden derslerini de ihtiva eder )
17:00 - 17:30 kurabiye & süt
17:30 - 18:30 ödevlerin yapılması
18:30 - 20:00 serbest zaman ( boyama, resim filan yapılabilir bu sürede )
20:00 - 21:00 akşam yemeği
21:00 - 21:30 kitap okumak
21:30 - 22:00 diş, pijama vs. uyku

yemekleri birisi hazırlasa, mesela nesrin bu işi halletse ve cidden çocuklarımızı bu düzende eğitebilsek ne şahane olur değil mi ama?

yazmak istediğim çok şey var aslında da sizi düşündüğümden yazamıyorum; necefli maşrapa eşliğinde " bu site .... mahkemesinin .... sayılı kararıyla kapatılmıştır " türünden bir yazıyla karşılaşmamanız için dostlarım. öyleyse haydi okulaaaa

bir de geçenlerde çok komik bir yazı okudum; her ile üniversite yapılacakmış ki ilden ile öğrenci transferleri dursun. ilköğretim öğrencileri taşımalı eğitim adı altında hergün yüzlerce kilometre yaparken üniversite çağına gelmiş gençler için böylesine güzide bir hizmet sunulması ne hoş. bu yasaları, kanunları ve kanun hükmünde kararnameleri kim yapıyor merak ediyorum. sanki deneme tahtasıyız hepimiz, her şehir, her birey... verilen talimat ise şu; hımmm bir de bunu deneyelim bakalım ne olacak :-)

hadi ben kaçtım, kaçmadan önce size bir sanat çalışmamı sunuyorum, kopyalamayınız, sadece bakınız. aklınızı başınıza devşiriniz, asabımız bozmayınız. muhalif olunuz, korkmayınız. muhalif derken yapıcı muhalif yani


benim annem canıııım annneeeeeem

ıyyyy, bu benim tiradım değil. ben ne yazık ki öyle yalap şap sulu gözlü bir evlat olamadım, annesine çok düşkün hayırlı bir çocuk da. hoş hayırsız elvat da olmadım gerçi. neyse efendim bu durum biraz karışık; işbu sebeple ben direkt konuya gireyim.

bu anneler günü bizim keremo'yla kutladığımız beşinci anneler günüydü. okulda bir tören hazırlamışlar ve taaa haftalar öncesinden 9 mayıs günü mutlak okulda olun diye de tembihlediler. o gün okula saat onbuçukta gidileceğini zannettiğimizden sallana sallana kahvaltı ediyorken öğretmene " on mu okulda toplanma saati, onbuçuk mu " diye telefon etmesek çocukların normal saatte okulda olması gerektiğini, annelerin saat onbuçukta okulda olacağını öğrenemeyecektik. her neyse, sonunda doğru saatte okula gittik ( mehmet ve ben iki anne olaraktan :-))) ) ve tiyatro salonunda tören başladı. çocuklarla ropörtaj yapılmış ve keremo bana anneler günü için hediye olarak bir elbise almak istediğini öylemiş, ben elbiseleri çok seviyormuşum da ondanmış. oğlum elbiseler, aslında tüm giysiler benim işim. mecburum sevmeye. yoksa aslında ben elmas, zümrüt filan severim. evet severim. hem komik hem de çok duygusal konulardan bahsetti çocuklar ve ben her zaman olduğu gibi sulugözümü devreye soktum. burnumu sile sile, hıçkıra hıçkıra, neşe içinde ( ! ) töreni izledim ve de kaydetim. sonunda çocukların bizler için yaptığı resimler ve hediyelerle dolu paketler çıkarıldı ortaya. her çocuk paketi kendi annesine verdi. bakınız benim payıma düşenler:

(bu resimde sağdaki papatya, en sevdiğim çiçekmiş: doğru. ortadaki kendisi, sol baştaki kırmızı surat da benmişim. işte bu yanlış, hiçte bile, benim suratım kırmızı diiil bi kerem )



(yoğurt kaplarından lalelerim ve kavanoz dipli dünyadan bozma vazom )



(ham mdfden yapılma lalenin keremo tarafından boyanmış, öğretmen tarafından cilalanmış hali )



( bu daaa ham mdf kutunun boyanıp, metalik renk verilmiş makarna ile süslenmiş hali :-) çok sevimli değil mi? )

keremocum, ben de sana hediye olarak ikimizin bir fotosunu aşağıda yayınlıyorum. sevgilerimle kuzum benim

28 Nisan 2008 Pazartesi

boredom is our fatal illness


isimli bir grubumuz vardı eskiden; yesch'le beraber kurmuştuk. o kadar sıkılıyorduk ki hayattan, okuldan ve herşeyden; ölümcül hastalığımızdır sıkılmak diyorduk sürekli. yesch toronto'ya yerleşti, yeteneği olduğu konuda çalışmaya başladı. bence başarılı da. evlendi, kedilere ve kocalara karıştı. ben neye yeteneğim olduğunu keşfedemediğimden - muhtemelen tümden yeteneksizim - benim için biçilmiş olan elbiseyi giydim. kolay geldi aslında hazır olana konmak, zaten başka kulvarlarda mücadele ediyorken bir de grekoromen stilde güreşmeye mecalim yoktu. yenilgiyi kabul ettim, ringe bile çıkmadan. bundan dolayı kendime çok kızgınım aslında ve de kırgın. gerçi bugün dahi mücadele için yeterli güç yokken içimde onca yıl önce nereden bulacaktım ki bir powercable? o sebeple bugün dahi şu sıkılmak hissi peşimi bırakmaz. aynı yerde uzun süre bulunmaktan, aynı işi yapmaktan, aynı giysiyi giymekten ve aynı manzarayı görmekten bile sıkılırım. belki bu sebeple sürekli evi ve işi taşıyorum. taşınma işlemi bitince de hemen hemen her ay eşyalarımın yerini değiştiriyorum. of yani of.

meşhur bir endüstriyel ürün firmasında çalışırdım vaktiyle; orada yaşadığımız ve bence hala çok komik olan bir olayı neşretmek istiyorum; sürekli tanıtım katalogları zarflamaktan o kadar bezmiştim ki, postaya broşür hazırlamak için mi üniversiteye gittim ben diye ağlıyordum sürekli. okuldan bir arkadaşım benden iki hafta sonra aynı yerde işe başladı. ona bu fikrimi açtığımda " çok önemli işler de yapsan, zarf da kapasan alacağın para bu. boşver otur zarf kapat daha iyi " dedi. bizden birkaç hafta sonra yine okuldan bir çift başladı aynı firmaya. çiftin dişi olanı yüksek mevki sahibi babasının forsuyla bizim şirketi deneme hakkı elde etti hatta. bir hafta çalışacaktı, beğenirse ne ala işe başlayacaktı filan. neyse bu zarflama işini ona devretmemiz söylendi bize, arkadaşım nasıl yapılacağını öğretmeyi teklif ettiğinde bu hanım kızımız " zarfın nasıl kapatılacağını sizden öğrenecek değilim herhalde " diye yardım talebini reddetti ve paketlerle zarfları alıp showrooma indi. dört saat kadar sonra çaycı şükran feryat figan yanımıza geldi " koşuuuun, b. bayılmış.. telefonda sesi bile çıkmıyor " dedi. hepimiz aşağıya indik hemen ki gerçekten b. sandalyeden düşmek üzere. neler olduğunu hemen anlattı; susuzluktan ölmek üzereymiş, ağzı kurumuş, broşür zarflama işini kesinlikle yapamazmış, bünyesi mahvolmuş. hemen sorduk " zarfla ne alakası var bunun? ".
" zarf yalamaktan bu hale geldim " cevabını duyunca arkadaşım hemen cevabı yapıştırdı " iyi de zarflar yalanmayacak ki, kapalı zarf gönderisi daha pahalı olduğu için biz zarfları kapatmıyoruz, sadece kapağı içine kıvırıyoruz. boşuna yalamışsın 600 tane zarfı " :-)))

çok eğlendiğimizi hatırlıyorum ve de platin sarısı ama boya olmayan (kendi beyanıydı bu, yoksa diplerdeki siyahlar anlatıyordu aslında olan biteni ve kuaförü üç haftada bir düzenli ziyaret etmediğini) saçlı kızın işe o günden sonra gelmediğini, ya bizi, ya şirketi ya da işi beğenmedi ama anlayamadık.

gerçekten çok eğleniyorduk o şirkette. sonradan orada tanıyıp da bir şekilde hayatıma dahil olan, bir süreliğine dahil olan, bir süreliğine dahil olup da iz bırakan kişiler oldu. ilk hayalkırıklıklarım, ilk salaklıklarım o şirketten kalma miraslardır. oradayken bir türlü tanışamayıp sonradan bu şerefe nail olduğum insanlar oldu; hala fiilen olmasa da fikren kurtulamadığım. hayat zor ya. hakkatten zor. ben oradayken hemen hergün ziyarete gelen bir arkadaşım vardı ( neyseki hala var kendisi çok şükür ) da kendisiyle ilgili nice komplo teorileri oluştura oluştura kardeşimin benim zeki bir insan olduğuma dair olan inancını sıfırlamıştım. hayat o zamanlar tümüyle taksim'de geçiyordu. her türlü işi halletmeye hep oradaydık, yemek için, alışveriş için, banka işlemleri için, şu için, bu için... ben gibi başka arkadaşlarım da bir ton kırıklıklar geçirdiler. iyileşemedik hiçbirimiz, galiba bazı virüsler yıkıcı etki bırakıyor. ne yapsan da silinmiyor izleri. cifle cifle nafile. bu çizikler, koca koca kurumuş süt ve kahve, salçalı soslar hemen öyle beş dakika da çıkar mı?

çocukluğumuzdan bu yana acaba kaç hadise vardır bizde iz bırakan? ben saymaya başlasam herhalde elli tane bulurum gibi geliyor. annemin rahatsızlanması, babamla kavgaları, elim trafik kazası, kozyatağı'ndaki evde vukuu bulan hadiseler, arkadaşlarımla yaşadıklarım, yaşamadıklarım, dedemin kaybı, babaannem, mitoz bölünmeler, atinalı zenon, inci boncuk, iktisat, keremo, aklıma pat diye gelmeyen başkaları da vardır elbet.

geçen hafta cuma günü bir arkadaşa yardım için kardeşimle ben gecenin bi yarısına kadar yemek yapıp ev derleyip topladık. teşekkür niyetine de bugün alakasız bir ithamla karşılaştık. gerçi yardım ettiğimiz zat kendisi değil bu tavrı yapan ama nihayetinde onun kabilesi. sioux kabilesiyle uğraşmak dahi kendi ırkımdan olanlarla uğraşmaktan daha kolay geliyor. ırkımı söylemeyeyim de sonra az evvel zehrişko'nun dediği gibi 301'den yargılanmayayım. ırksızım ben, übermensch değil, soysuz, bildiğiniz soysuz. zaten kimseyle anlaşamıyorum, etrafımda kalanları da yoksayıp iyice soyutlanayım. one hundred years of solitude. yaşanması gerekenler yaşanır, kaderden kaçılmaz biliyorsuuuuuun. kimler geldi, hayatımdan kimler geçti... bir saysam buradan yeni zelanda'ya yol olur. köprüler yaptırdım gelip geçmeye şeklinde. yani onca insan tanıyorsun hayatın boyunca, sadece birkaçı hayatında kalıyor. diğerleri geldikleri gibi uzaklaşıyorlar. bazen ayak izleri kalıyor kumda, kimi ise deniz tarafında yürüdüğünden dalgalar ayak izi dahi bırakmıyorlar gidenlerin ardından. ben kaç kişide iz bırakmışımdır diye düşünüyorum; söylediğim bir cümleyle, yazdığım bir satırla, bir bakışımla filan :-)

işittiğim en ağır cümlelerden biri " kimse benim gururumu bu kadar kırmadı, bu kadar üzmedi beni " idi. hatırladıkça ürperiyorum. gerçi bu cümleleri kuran zat-ı muhterem rahatlıkla yalanlar da sıralayabilen bir varlık. yine de bu cümle çok ağırdı.

yağmur yağıyordu paris kaldırımlarına
seni düşündüm penceremde
( penceremiz olabilirdi )
yağmuru sevmediğin geldi aklıma
bulutlar da hatırlamış olacaklar
yağmurda üzüldüğünü
sağanak durdu birden bire
güneş açtı
yüzün güldü mü bilmem
istanbul'daki pencerende

as a conclusion; i would like to dedicate my essay to all whom had never enough courage to change the world, at least to change their worlds. who are still running with the blindfolds over their visions, disabled to do anything unexpectedly, suddenly, surprisingly. who are living from nine to five and sacrifice the rest of their lives as a compensation to what they have as wealth. i got bored. boredom is our fatal illness. i no longer can put on what they have prepared for me. i want to design my life myself or am i far too old for that? i am confused... so long. bye

21 Nisan 2008 Pazartesi

niçün ama niçün

bugün size bir konu daha var anlatmak istediğim. şöyleki; bir kısa film pro(c)jesi. kadın filmleri festivaline yetiştirmek istediğimiz. konu kabataslak haliyle; şehir yaşamının ezilen kadınları. hoş köy yaşantısında da prenses sayılamayız ya. sonuç olarak - uzatmayayım - konu ezilen kadınlar. annelik, kariyer, eş durumları, hayatın yükü, kız evlat sadakati, yeğen olmak, teyze olmak, ne bileyim işte abla olmak, olmak da olmak yani. sayınca bile afakanlar basıyor. bu savımı destekleyecek geleneksel tanımlamalarım da mevcuttur efendim; kızın hep kızın, oğlun evlenene kadar oğlun.

ne bu ya, ben niye evlenince evlat olmaktan istifa edemiyorum? bu ana olma vasfının bedeli midir? ayrıca evlenir evlenmez üzerimize yığılan çamaşır durumu, bulaşık durumu, yemek durumu, ortalığın toparlanması durumu da nedir? neden bunlar konusunda benim endişelenmem gerekiyor daima? ha? sadece bağyan olduğum için mi? bir de bunun devamlı bakımlı olmak, süslü püslü gezinmek, derli toplu giyinmek gibi mustları da var. çizgili pijama üstüne atlet giyer erkek milleti ama bizler için o tip pijama üretilmemiştir. çok şanslıysanız evde abi veya babadan kalan pamuklu rahat pijama vardır veyahutta havludan yapılan alt üst takım, kısmen pul payet işlemeli ev kıyafetlerine sahipsinizdir. en çok da taupe/sütlükahve renginde olanları revaçtadır ( hoş benim hayatımda olamadı öyle bir takımım ). geçen keremo ile birlikte izlediğimiz çizgifilmde bile adam işten gelip çok yorgunum, yemekte ne var " diyordu. bu şekilde çocukluktan itibaren erkek milletinin kafasına kazınıyor; sen talep eden olacaksın. sürekli isteyeceksin, birileri de bunları yerine getirecek. artık annen mi olur, eşin mi, kızkardeşin mi olur bilemeyiz.

hep marangoz olmak istediydim hayatta, iktisatçı oldum. en son yaptığımız şeyh bendi misali savurganlığı saymazsak hep iktisatlı da oldum. içimdeki ahşaba şekil verme isteği, ondan canımın istediği şekil ve şemalde eserler ortaya koyma hevesi hiç bitmedi. bir süre resim çalıştım, sonra porselen geldi. keşke daha evvel başlasaymışım dedim porselene; bana kattığı sabrı ve konsantre olma zorunluluğunu farkettiğimde. şimdi de kişisel gündemimde bu film var. aslında iki kafa - bloodbrothers - olarak planlıyoruz filmi. oyuncu olarak uma thurman'a, bette midler'a, julia roberts'a teklif götürdük. binaenaleyh istedikleri ücretlere ve filming için uygun olan zamanda gelip gelememelerine bağlı olarak castinge karar vereceğiz. belki bizim sorunlarımızı daha iyi yansıtabilmesi için daha lokal insanlara rol vermemiz lazım. aklımda birkaç kişi var aslında; f., y., ö., m. filan ama aslında tam da emin değilim. neyse ki hiçbir zaman emin olmadım hayatta, peh. bir kaç non-bayan arkadaş var filmde oynamak isteyen. bu bir kadın filmi olmamalı, yani aslında kadın filmi olmalı da, hayatı kadınlara dar eden erkekler de oynamalı filmde. hatta tüm kadınların birleşip erkekleri dövdüğü bir final düşünüyorum. nasıl ama? şöyle çamaşır yıkadıkları tokaçlarla, temizlik yaptıkları süpürgelerin sopalarıyla, yemek hazırlığında kullandıkları kepçelerle saldırsınlar er diye salınan varlıklara ve de bi temiz sopa çeksinler. sanıyorum benim içimde bir şiddet canavarı var, yıllarca besleyip büyütmüşüm. şimdilerde piano piano açığa çıkıyor. yazdıkça farkediyorum ki şiddetimi de kusuyorum peyderpey. acaba filmde bruce lee'yi mi kullansam özel efektler yardımıyla. ve de hatta brandon lee. baba oğul oynasınlar.

neticede canlarım film procesi şu halde;
bloodbrothers; hazır,
film çekme şevki; hazır
mekan; hazır...

öykü, senaryo, oyuncular ve kameralarımızı da hazır ettik miydi iş bitmiştir. oscarlık bir film sizi bekliyor. buyrun, keyifle izleyin. lütfen salonda çat çut mısır yemeyin, içecek getirmeyin. biraz saygı yahu. bunca emeğe, zamana, paraya, rollerini hakkıyla ve özveriyle yerine getiren castımıza, set çalışanlarına saygınızı gösterin. neyse, tamam sinirlendim ben yine. çıkıp biraz hava alayım priştine taraflarında. sonra görüşelim. epey sonra. yıllar sonra, yıllaaar sonra, yine eskisi gibiiiii ( kalibi bizim okulda çakilmiş sevimli bir parçaydı, zaten icra edenler de bizim okuldan mezun çocuklardı sanırsam ) sanırsın dağlarda yooool olmaz, uzanırsın kalbinde güç kalmaaaz, uzanırsıııın, yarın olmaaaaz, ıyyyy yeter. ben kaçtım. hadi dağılın.

geburtstag

arkadaşlar, yazmak istediğim konu yok. sadece doğumgünümden bahsetmek istiyorum, sizlere ulusal egemenlik ve çocuk bayramı olarak lanse edilen o kutlu günden...

bundan 35 yıl önce yağmurlu bir pazartesi sabahı doğdum. yağmuru çok severim zaten. nisan da bence ayların en güzellerinden. çok memnunum kendim olmaktan. gerçi bazen çok bezip " keşke bilmem kimin yerinde olsaydım " diyorum yalan yok. mamafih genel olarak alles in ordnung.


bahar kıpırdanmalarım başladı, sürekli hareket halinde olmak geliyor içimden ama hiç varmamak. çoğunlukla tek kelime bile konuşmak istemiyorum, kimseyle. sadece seyahat edeyim, birbiri ardına uzun seyahatler. beni ne güzel yapar böyle bir ihtimal. ooo silkinip iyice kendime gelirim resmen.

belki doğumgünü haftam olması münasebetiyle size bir kaç fotomu yollarım. emin değilim, yazının sonlarına doğru karar vereceğim. aklımda pek çok şey var aslında, galiba düzenli duracakları münasip yerler bulmadıklarından sürekli hareket halindeler. bir o köşe bir bu köşe şeklinde. şu köşe yaz köşesi, bu köşe kış köşesi, ortadaki su şişesi. ayrıca kartal kalkar, dal sarkar, dal kalkar, kartal sarkar. son olarak şu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak, sarımsaklamasak da mı saklasak? bence yoğurt sarımsaklanmalı, çünkü birbirlerine çok yakışıyorlar. ayrılmamalılar. sevenler ayrılmasın, çocuklar ağlamasın, dünya barış içinde olsun. kardeşlik, barış, güven, sevgi sarsın dört bir yanınızı ve tiz elden etrafımdan uzaklaşın. ıyyyy, kendimi tanıyamıyordum neredeyse. son olarak kuzucuklarım; alın birkaç dilim tost ekmeği, düzgünce yerleştirin üzerine kaşarı, kaşarın üzerine koca bir dilim domatesi, onun üzerine de bir kaç dilim sucuk. koyun fırına, kaşarlar eriyince işlem tamam. yeyin gayrı...


en süpersonik,hipertramp, agorafobik, en ratatuy, keremo's mom

29 Mart 2008 Cumartesi

aaah bu hayat çekilmeeez




sen olsan da olmasan da caaanıııım ahhh bu çile çekilmeeez. konu girişimden buhranlı bir yazı olacağını düşündünüz değil mi? yanıldınız. yarım, daha doğrusu 3/4 gün çalıştığım bir cumartesi günü karamsarlık olmaz :-)

az evvel bir yakınıma almak istediği dolabın neredeyse dörtte bir fiyatına indirime girdiğini söyledim. başka birine halini hatırını sordum, geldim iki ayrı gönderi hazırladım. birazdan da bir danimarka müşterisi gelecek ve akabinde 36 saatlik özgürlüğüm başlayacak. ayrıca söylenen o ki; haftasonu yağmur bekleniyormuş. ohh değmeyin keyfime.

birkaç gündür keremo ile hiç anlaşamıyoruz, boğaz boğaza kavga edesimiz var, o beni sinirlendirmek için neler yapması gerektiğini çok iyi biliyor, ben de onu kızdırabiliyorum, böylece günler hır-gür içinde geçip gidiyor. birkaç sene öncesine kadar o kadar iyi geçinirdik ki, iki muhteşem dost gibi, canımıniçi ile geçireceğim dakikaları iple çekerdim, şimdi hep kavga ediyoruz. tonla üzülsem de düzeltemiyorum bu durumu, çocuk hırçın, ben hırçın. sonunda yemeklere filan sakinleştirici katçam, görcez günümüzü. yarın mümkün olsa da yine keremo'yla beraber ormana, farklı habitatlara kaçabilsek.

aklıma gelmişken şu sms ile gelen reklamlara, yerlere tükürenlere, hazımsız insanlara, her işimize burnunu sokanlara, bizi küçük görenlere, ülkemizdeki kaotik ortama sebep olanlara, döviz kurlarını bastırıp bastırıp aniden patlatanlara, hırsızlık yapanlara ( küçük / büyük ), bir de M.M.B.'ye, A.H.U.'ya, A.A.'ya, G.A.Ç.'ye, M.A.'ya, H.A.'ya, G.A.'ya, M.Ş.'ye, F.İ.'ye, M.Ş.T.'ye, C.Ç.'ye, N.A.'ya. N.(K)?'ye, ve yine M.A. kod adlı başka bir şahısa, ve dahi pek çok kişiye sinir oluyorum.

sinir olmadıklarım ise şöyle sıralanabilir; keremo, yüksel, başak, hadi annem ve babamı da sayayım, mehmet, vuslat, zehra, başka bir mehmet daha, nesrin, banu, akcan, aysu, ayşegül, hasan amca, hüseyin, deniz, cengiz, ardıç, hasan bey, nurten, atiş, leyla abla, duygu, öznur abla, nevin, elif, ezme, firuz, celica, joan, arzucum, banu, inci, nihayet, akcan, meral abla, nuran abla, ilkay, gökçen, şehnaz abla,necdet amca, nevzat amca, azlı, sezacım, aslında mutlaka daha vardır da şu an aklıma gelenler bunlar sinir olmadıklarım baabında. insan öyle birden saymaya başlayınca afallıyor, neyse bir itiraf daha edeyim bunlar sadece sinir olmadıklarım değil aynı zamanda sevdiklerim. sizinle paylaşayım dedim sevgi pıtırcıklarım sizi :-P hade dağılın, bunca sevgi tomurcuğunu birarada görmek feci halde bunalttı beni. uzun bir süre görünmeyin gözüme, daaaaaalın çigan marşıyla...

28 Mart 2008 Cuma

trallallaaaaa


yazacak mecalim yok, yazmak istediğim bir konu da yok zaten. size mi küstüm, kendime mi bilemiyorum. belki bahar çarpmıştır, üzerinize afiyet bezginliğim de var. bugün minik kuşu doktora götürdüm öksürüğü sebebiyle. yirmi dakika beklediğimiz doktor muayenesini beş dakika içinde bitirdi. eminim hipokrat yeminini etmesi bile daha uzun sürüyordur. oooof of. yok mu bu memlekette market kasiyeri hızıyla değil de bir ebru ustası sabrıyla çocuğumla ilgienecek bir doktor????????????

ben derim ki mümkünse hastane doktorlarına gitmeyin, mümkünse kendi bünyesinde labı olan doktora da gitmeyin. nereden daha fazla para kazanacağı telaşına düştükleri için bin tane gereksiz test istiyorlar sizden. hatta mümkünse doktora gitmeyin.

sonuç itibarıyle keremo'nun yüzme dersleri bu haftasonu da yattı. umarım haftaya gidebiliriz. bizim eve bir siyah kuş geldi, pek güzel. kuvvetli filan. şekli şemali de çok şık. beğendik yani, aldık besliyoruz. Allah utandırmasın da diyeyim nazar filan karşıtı olaraktan.

bu yazı okumalık, lezzet almalık bir yazı değildi. sadece küçük notlar şeklinde ve Y.Ü. adındaki kıl doktora kınama cezası baabında. bu yazıyı okumamanıza hiçbir itirazım olmaz cancaaazlarım.

öperim sizi nezle nezle... ve hayat merdiveni isimli paslanmış, yorgun fotoğraf çalışmamı mahçup mahçup sunarım. buyrun, çıkın.

3 Mart 2008 Pazartesi

ad infinitum uniti

serpentum adhis memorantum ( ayyyy itiraf ediyorum başlıkta sadece bir anlam var; sonsuza kadar beraber. giriş cümlesi ise külliyen meaningless )... anlatmak istediğim çok şey var; bu yazıya da 3 mart 2008 pazartesi günü başlıyorum, ne zaman biter meçhul. neyse durun bakalım bir başlayalım;

2007'de muhtemelen paylaştığımız gibi varyant varyant sorunlarla karşılaşan ben ( gerçi makus talih yakamı 2005'ten beri bırakmıyor ya ) 2008'e dair pek çok ümit beslemekteyim. mamafih 2008'de yüzünü göstermeye başladı ve anladım ki ondan da pek hayır yok. gerçi ehven-i şer olmasını dilerim kendilerinin ama şüpheliyim. gelelim beni bu kertede döküleceğim bir yazı yazmaya iten nedenlere; insanlardaki korozyon, mutasyon, ne bileyim nasıl desem insani meziyetlerden alabildiğine uzaklaşma, standart özelliklerin birer birer erdem haline dönüşmesi gibi konulardan bahsetmek durumundayım.

rölatif olarak relative olan insanlarım ( akraba kelimesi bana hem fonetik hem de anlam olarak akbabaları hatırlattığından " akraba demek istemiyorum. relative diyelim ) hepsi homo sapiens sınıfından uzak insanlar, dayı, amca, hala, teyze... hepsi süper. hangisi önce gözlerimi oyabilecek diye yarışıyorlar kendi aralarında. bende birincilik madalyasını hepsine veriyorum. hayır anlamıyorum ki insanın bir tane mi düzgün akrabası olmaz. hayır efendim olmuyor. bizimle çalışan mısto lakaplı düzenbaz bir arkadaşımız ssk'dan hasta olduğuna dair rapor alıp başka bir firmada çalışmaya başlıyor. bunu ne ssk'ya ne de çalışma müfettişlerine anlatma ve nasıl kandırıldıklarına ikna etme şansımız yok. ne tuhaf değil mi? ayrıca bu yılın getirdiği bir fevrilik midir bilemiyorum insanlarda bir afra bir tafra... birşey değil aslında da bana hafiften hırr denince ben direkt saldırıya geçiyorum tabi kötü oluyor. haftalardır sürekli kavga modundayım. aslında içten içe tükendim, itiraf ediyorum. amma velakin ortam düzelmediğinden başka moda da geçemiyorum. azıcık alttan alsam, sakin olsam dünya hemen zıvanadan çıkıyor; diyorum kendi kendime " hop hop hooop değil tonton, dünyanın sana ihtiyacı var " ve anında hırrrrr hale getiriyorum kendimi.

bugün aslında 19 mart 2010. bu yazıyı bir yerlerde unutmuşum. oldukça paranoid bir haldeyken yazmışım belli. şimdi daha kendim odaklı bir ruh halindeyim, açıkçası artık burda bahsedilenler çok da umurumda değil. herkesi yolunu bulmaya çalışan zavallı karıncalar gibi görüyorum. bir ben normalim, aslında ben de normal değilim... çünkü ben atlas'ım ve dünya benim sırtımda. düş sırtımdan demek istiyorum ve selamlar yolluyorum..

23 Şubat 2008 Cumartesi

sosyal patlama


geçen hafta salı; 12 Şubat 2008 günü korkularımdan biriyle yüzleştim; evimize hırsız girdi. kendince bizim mütevazi evimizde ne bulduysa götürmüş. en önemlisi de babamın anneme evlenirken hediye ettiği yüzük. olan iki üç parça kuyum ürünüm de namevcut artık. hırsızdan yana korkum yok gayrı :-). mamafih benim nadide! mücevherlerim hırsız efendi veya hanfendiyi memnun etmediği için giysi, çizme ve parfümümü de almış. buna ilaveten bademyağımı ve de ev pabucumu almış eşşolubeşkulak. en tuhafı da giyilmiş, eskimiş, ayak kokumun sindiği pabucumu alması pabucumun hırsızının. fetişi mi var anlamadım. birinin gizlice evinize sızıp, kişisel yaşam alanınıza - kısa süreliğine dahi olsa - müdahale etmesi ne sinir bozucu bir durumdur.

evin darmadağın edilmesi de işin cabası. aklıma gelmişken konu ile ilgili bir anımı paylaşayım sizlerle; bu kule eve taşınmadan önce annemlerin karşısındaki apartmanda birinci katta oturuyorduk. pencerelerde muhafaza demiri yok, apartman kapısı her daim açık bir apartmandı kendileri. bir de belki daha evvel bahsi geçmiştir; keremo'nun babası evin her daim derli toplu, müze gibi olmasına muhaliftir. canlı, yaşayan, içinde yaşanan evin dağınık, düzensiz ve eve ayakkabı ile girerken tereddüt etmeyeceğin temizlikte (!) olması gerektiğini savunur. iş bu sebeple yılın belli zamanı benim istediğim gibi düzenli, temiz, müzeevde yaşarız, kalanını da halkalı çöplüğünün bizim ev şubesinde. neys efenim bir gün işten geldim, annemden keremo'yu aldım. bizim evin kapısını açarken bir de baktım ki kapı kilitlenmemiş. sadece çekilip kapatılmış. ammmaaan kesin hırsız girdi paniğiyle ben keremo'yu kapıda beklettim, kendim de hemen mutfaktan bir bıçak alıp evi kolaçan ettim. kimse yok, hemen annemleri aradım ve babamdan bize gelmesini rica ettim. bu arada tüm kapılar açık, keremo kapıda bekliyor filan ki birşey olursa kuzu kuzu me kaçabilsin. çünkü hırsız zorro ya, boğuşma filan olabilir aramızda, keremo zarar görmesin bu arada. ben de zaten xenia, savaşırım yani adamla, problem değil. babam geldi, evi kontrol etti ve
" evet haklısın hırsız girmiş " dedi.
" nereden anladın baba? " dedim.
" arka odayı darmadağın etmiş " dedi.
benden en pasaklı cevap;
" haaa o mu, yok canım o bizim dağınıklığımız " :-))))

takdir edersiniz ki bizim hırsızlık hikayemizi duyan eşraf kendi bildiği / yaşadığı olayları paylaştı; en ilginçlerinden biri güvenlikli bir sitedeki eve giren hırsızın menkul malzemelerle beraber buzdolabındaki yarım blok kaşarı almasıdır ki bence toplumdaki sosyal patlamanın, sınıflararası farkın, işsizliğin, geçim sıkıntısının ve de muhtelif diğer sakatlıkların göstergesidir bu.

ne desem boş, HERKES SIĞINAKLARAAAAAAAA



not: bu fotolar bizim birinci kattaki evin zaman zaman geldiği durumdu. hırsızla alakası yoktur, kimseyi haksız yere zan altında bırakmak istemem. bir pazar sabahı sekiz buçukta kalktım ve her sabah yedi buçukta kalkan keremo'nun evi bu hale getirdiğini gördüm. cinnet mi? evet cinnet geçirdim tabi ki!!! mesul sorumlu aşağıda fotosu görülen şahıstır. her hakkı mahfuzdur. olsun helali hoş olsun yaptığım onca şey ve de onun çektirdiği eziyet. çünkü o bana bir armağan, en güzel armağan. seni çok seviyorum oğlum. ( sevgilim, aşkım, bi denem demem yasak. kendisine sadece " oğlum " diye seslenebilirmişim :-) köftehor )

8 Şubat 2008 Cuma

the pianist

arkadaşlar hatta yoldaşlar; bugün itibarıyle bir piyano almaya karar vermiş bulunmaktayım. o kadar mantıklı geliyor ki bu hevesim, zehrişko'ya anlattığım vakit dalga geçmesini sadece sanattan uzak bir şahsiyet olmasına bağladım. muhakkak ki içimdeki venüslülükten kelli bir yeteneğim vardır piyano çalmaya. ders almaya veya bu konuda bir kitap filan okumaya ihtiyacım dahi yok. görünürde sadece bir sorun vardı, onu da hallettik. şöyleki; arkadaşın biri piyanonun üzerine elinde şampanya kadehi ve kadifeden straplez elbisesiyle uzanmak istedi.



bizim piyano aynen bu tip olduğundan uzanamayacak tabi. eee yetenekli yazarınız hemmencecik çözüm buldu tabe :-) piyanonun onbeş yirmi santim üzerine bir raf çakacağız. arkadaş o rafın üzerine uzanacak, bir nevi ranza gibi. böylece piyanist şantör çalarken olay kadın da mahalde olacak. işte bu kadar basit. di mi ama? herşeyin bir çözümü vardır, yeterki canlarım bana gelin, anlatın. ben yardımcı olurum size, doğal yetenek bu diyorum, sonradan kazanılmaz diyorum, paylaşın diyorum. daha ne yapayım sizler için, saçımı süpürge ettim yine yaranamadım. okumuyorsunuz, yorum yapmıyorsunuz. çekilin, piyanomla beni başbaşa bırakın. şarkı da söyleyeceğim, çekilin... nikah masasınaaaaaa oturdun işteeeee / hiç yoktu hesaptaaa ayrılık bizceeee / bilirsin ne kadaaaar görmek isterdim / beyazlar içinde seni öyleeeeceeeeee.....

1 Şubat 2008 Cuma

driving miss daisy




ne güzel bir filmdi değil mi? şahsen ben de isterim bir şoförüm olsun, yollarda ve de hayatta bana yardım etsin. ışık olsun, yol göstersin, pek çok şeyi benim adıma yapsın. ben kendimi suyun akışına bırakayım. hadiselerin gidişatı hakkında bu güzel kafamı yormam gerekmesin. ne bileyim mesela olayım bir kleopatra, bir josephine bonaparte, kraliçe viktoria, hiç olmadı elizabeth filan... " ... laissez faire laissez passer; sonuçta tebaam onlar benim, benim için yaptıkları ve de yapacakları görevler onların içlerinden geliyor, hamurlarında mevcut bu davranışlar, mani olmayınız rica ederim... " şeklinde bir kaç cümle kursam.

şu an olduğu gibi bazı zamanlar bir battaniye alıp - zaman zaman keremo'yla yaptığımız gibi - her yanımı o battaniyeyle kaplayarak kendimce bir çadır yapıp içine girmek ve hiç çıkmamak istiyorum. bunlar bir tür akıl hastalığı semptomları olabilir ( umarım değildir gerçi ) amma velakin böyle yapacak bir şey yok. hayat ve insanlar bazen o kadar çekilmez hal alıyorlar ki kurtulmak için kendine bir dünya kurmak istiyor insan. işte şizofreni de böyle durumların akabinde ortaya çıkan bir rahatsızlıkmış. bir nev'i beynin kendi kendini dış dünyadan kaçırması. aslında haklı da beyin bence, hemi de çok akıllı. neyse konumuza dönelim. bir süredir manevi olaraktan ( çeşitli kayıplar, kazalar, ama öyle böyle değil rahat bir onbeş kişiden filan bahsediyorum ) çeşitli zorluklar yaşamaktayız. atlatmak için çaba harcadıkça da başka zor haberler alıyoruz ki en diplere sakladığımız direnç noktalarımız dahi harap ve bitap düşmekte, aziz bünyemizi korumak için herhangi bir zırh bulamamaktayız. sonrasında insan bencilce kendisinden daha kötü durumda olanları düşünerek biraz teselli bulmakta, " kır dizini otur. bak bilmem kimin başına neler geldi, sus sesini çıkarma, şükret " demekte. ama içimdeki şeytan rahat vermez bir türlü " olsun ama sen ona bakma, daha iyi durumda olana bak " der durur. hatta durmaz hep der.

iki dakika önce çok sevdiğim bir ablayla konuştum, yakın bir süre önce oldukça ağır bir travma yaşamışlardı, hala nasıl atlatamadıklarını filan anlattı, hiçbir şey diyemedim, teselli edemedim. zaten ararken bile çekiniyorum, öte yandan kendilerini düşündüğümü bilsin istiyorum, ne faydası olacaksa! konuşma bittikten sonra sadece bir dakika içimdeki pis mefisto sustu, ikinci dakikada geldi çörekleniverdi içime tüm kasvetiyle beraber. oysa yarın hafif emrivakiye müteakiben de olsa yine çok sevdiğim bir sanayi devrimi mimarı, ekonomi cambazı, fikir anası, dünya bankasında dahi personele yönelik seminerler vermiş bir arkadaşımla görüşeceğim, normalde bu tip sürprizler bile bana neşe sebebiyken bugün ne yaparsam yapayım ( hatta knorr bulyon dahi katsam ) olmuyor, neşe gelip beni bulmuyor!!!!!!!!!

dün herkese mutlu olmak için yeterli sebebimiz var diyen ben bugün tarumar haldeyim. üstelik bunu bilmesini de istemiyorum insnların. yani mesela umarım zehrişko bunu okumaz, günlerdir onca ağız dolusu beylik laflar ediyorum ki ona, bugün bu halimi görse " işini bilmeyen çavuşlar, .... " veya " kelin merhemi olsa " der. aslıda sadece bana değil; sanki tüm Türk illerine gelip yerleşmiş hüzün, kendine uygun bir gedik oluşturmuş, iz bırakmış. ne yaparsak yapalım o çukuru aşamıyoruz ki kendimize gelelim, silkinip benliğimizi ve de hatta neşemizi bulalım. havaya karışmış hüznü her nefeste içimize çekiyoruz, suyla geleni içiyoruz, kimi zaman yağmur olup üzerimize siniyor, bastığımız toprağa zaten karışmış; yitenlerin bedenlerinden, artlarından akıttığımız gözyaşı olarak, kan olarak toprağa akıp giden acıdan geçmiş hüzün ve her temasta bize geri dönüyor. belki teknoloji çağı bu durumdan bizi kurtarır diyeceğim. nasıl mı? koccaaaa bir cam fanus imal edip içine girsek hepimiz, su, toprak ve de hava dışarda kalsa; taaa ki güneşin enerjisiyle çocuklar gibi şen olana kadar. yerleri de epoksi ile filan kaplarız, toprak değemez bize, su içmeyiz ( zaten yaşar amca - su banyo yapmak içindir - der ). sadece kuşları cıvıldatan güneşi ve ışıklarını alırız yanımıza. zaten fanusumuzdan usulca girer içeri o, davet beklemez. ağaya davet olmaz zaten, o arzu buyurursa geliverir, rica ederim :-)))

anladım ki kimse beni neşelendiremeyecek, halaya katmayacak, benim için neşeli bir şey çalmayacak en iyisi ben kendim kendime bir metod bulayım mesela; yarının çomartesi olması, işe yarın sadece yarım gün gelmek durumunda olmam, pazar günü keremo ile asteriks olimpiyatlarda filmine gitme durumumuzun olması... bütün bunlar yeter mi bunca yılın hazanını yok etmeye? yetersiz tabi de yapacak birşey yok. beğenmediysen ruhum buyur başka dükkana; ama bekleme çok hoş karşılanmayı, kılıç kalkan takımıyla buyur edilmeyi. bulup bulacağın kavafis'in ağzıyla " ne edindiysen bunca yıldır, ne biriktirdiysen hayatın boyunca, ne sindirdiysen şu içine şimdi harcayacağın da odur, başka bir sey bekleme, bulamazsın. başka bünye yok, başka yerde neşe yok, sefahat yok. herkes aynı durumda, herkes parça pinçik devam ediyor yoluna. ne yazık ki kimi farkında bu durumunun, kimi yaralı bereli devam ediyor ne çok şey kaybettiğini bile anlayamadan. senin de bulacağın budur, başka şey umma ". hadi ruhum, en iyisi sen de devam et, boşver bu kadar derin düşünmeyi, boyahane seni bekler, işler seni bekler, küçük kuş seni bekler ve de ev işleri, misafirler. sen kendine bile mukayyet olamaz, gereken itinayı, sevgiyi veremezken, zorla başkalarına sun kendinden esirgediğin, küçük kuşa dahi sergileyemediğin anlayışı, özeni. hadi git, daha fazla canımı sıkma benim, sinirlenmeye başlıyorum, asabiyet kalkanım devreye girecek birazdan, zorlama beni daha fazla. sevgili okurlarım, bir yazar ( kendimi buğday ambarında sanıyorum, farkındayım ama azıcık böbürlenme hakkı veriyorum, bu kadarcık da olsun yani ) her zaman hissettiklerini yazmaz, bazen hissetmediklerini de ifade etmek durumunda kalır. yani kıssadan hisse aslında yukarıda tasvir ettiğim kişi ben değilim, ben o kadar zavallı duruma düşecek adam mıyım be???? hadi çekilin, iyi akşamlar, kovalasın sizi koşanlar. ama hiç yetişemesinler, kurtulun hemen onlardan, ara sokağa filan sapın mesela. ya da daha hızlı koşun. bugünlük bu kadar fikir sıçraması yeter. belki bir süre yazmam ya da hemen yarın yazabilirim, siz her an yeni yazı gelecekmiş gibi hazır olun pliiiiiz.

1 şubat, cüce şubat 2008. pardon cüce değil bu sene şubat tam tamına yirmidokuuuz gün

19 Ocak 2008 Cumartesi

past / present hatta continuous / future


arkideşler ( aklıma akide şekeri geldi nedense size böyle seslenince. yani size aynı zamanda şekerlerim benim de demek istiyorum içimden tabi. siz duymadan. çünkü şımarmanızı da istemiyorum ) 30 kasim itibarıyle başlayan makus talih gömleğimi muharrem 10 itibariyle çıkarmış bulunmaktayım ( inşallah tabi ). [ bu kez yazılarım pek bir perihan mağden yazılarına benzedi. gerçi ben zaten çok severim onun yazılarını, oooh mis gibi eleştirilerini, erkek hegamonyasına karşı çıkan don kişotum benim şeklinde ]

artık güzel ve neşeli günler geldiğine göre daha dünyevi ve eğlenceli şeyler konuşabilmeyi diliyorum. yazacak pek çok konu var amma velakin şimdi gitmem gerek. en kısa sürede görüşmek üzre, beni özleyin canlarım. bir de yağmur ve kar yağmasını dilerim tabi, konuyla alakası olmasa bile bu sayfa benim değil mi canım istediklerimi yazarım. zaten okumuyorsunuz.

öptüm sizi yanaklarınızdan, çok eğlenin, dinlenin bu haftasonu. önümüzdeki hafta okuyacak çok yazılarınız olacak, tarafım(ız)dan kaleme alınmış, di mi zehrişko???

9 Ocak 2008 Çarşamba

i found my own true love was ooooon aaaaa blue sunday

nasılsınız canlarım? pardon, duyamadım? neden? hava soğuk diye mi? sıcakta pestilimiz çıkarken daha mı iyiydi? soğuk güzledir, diri tutar, canlı tutar. kendimize geliriz. pelteleşmeyiz. şimdi hadi bakalım alıyoruz paltolarımızı, çıkıyoruz barbaros bulvarının başına ve denize doğru yürüyoruz. olmadı çıkalım gümüşsuyu'nun başına, koşarak vuralım kendimizi aşağıya taaa dolmabahçe'ye kadar. bu ikinci öneri benim yıllardır denemeye yeltendiğim, her buhran anında " koşarak incem gümüşsuyu'ndan aşağıya, bağıra bağıra " diye içimden geçirdiğim bir kaçış sendromumdur.

bu da olmadıysa alın mp3'ünüzü vurun kendinizi yollara, yedi tepeli şehirde veya tepesiz şehirlerimizde. yürüyün de yürüyün. ayak tabanlarınız ağrısın, parmaklarınız su bile toplasın. bacak kaslarınızın çalıştığını hissedin. o ağrılarla beraber kafanızdaki menfi bütün düşüncelerin uçuşup kaybolduklarını duyumsayacaksınız. eve dönünce de ayaklar feci ağrıdığından hemen ılıktan sıcak mamafih sıcaktan soğuk bir leğen sabunlu su hazırlayıp çimdirin ayaklarınızı içinde. yarım saat sonra kurulayın ayaklarınızı ve kremleyin. hemen pamuklu bir çorap geçirip üzerine ısınmalarını sağlayın. derken evden birinin çayı hazırlamasını beklerken alın iki yastık, koyun ayaklarınızın altına, uzanın. perdeleri açıp bulutlara bakarak hayal kurun. unutmayın " ....gündüzleri hayal kuranlar, (yalnızca) geceleri hayal kuranlardan kaçan birçok şeyin farkındadırlar.... "

hadi iyisiniz bugün de benden birşeyler öğrendiniz, yarın hicri yılbaşıymış. arka arkaya sürekli yeni yıllar geliyor. demek ki seneye iki yılbaşını ( hicri, miladi ) tam anlamıyla one after another yaşayacağız. öyleyse hep beraber ve solo şarkılar...

keremo's mom

3 Ocak 2008 Perşembe

millipiyango sonuçları


arkadaşlar, hiç yanaşmayın; şöyle ki

3 x 12 YTL = 36 YTL ( yarım biletler )
6 x 6 YTL = 36 YTL ( çeyrek biletler )

toplam 72 YTL yedirdiğim 9 adet biletime hiçbir ikramiye isabet etmemiştir. sonuç;

millipiyango = 9
ben = 0

elimde sadece başocan'a biletlerin numarasını verirken bir tanesini bir milyon YTL kazanan numara olarak (4561081) vermem neticesi evdekilerin attığı sevinç çığlıklarıyla dalga geçebilmem kaldı. o kadar sevindi o kadar sevindi ki başocan anlatamam, telefonu kulağımdan uzaklaştırdım sevinç sesleriyle beni sağır etmesin diye. sonra numarayı internetten verdiğimi öğrenince benim üç sene espri yapmadan da idare edebileceğimi söylediler.

bugün de bir psikiyatrist ilen tanıştım ( kendim içinse namerdim ), her ruh halini bilen biri ne güzel.

başkaca yazacak birşey yok, soğuk, kar. heryer kar yağarken çok güzel görünüyor. bugün en son teknoloci ürünü mp3 playırımdan yayılan müziğe eşlik eden karlar nasıl hoşuma gitti anlatamam, hakeza istiklal caddesi yürüyüşüme de.

yarın keremo'nun babası kore'ye gidiyor ( keremo diliyle koya'ya ). umarım çok rahat gider gelir.bugün ben otobüsle şirkete dönerken keremo " anne otobüs şoförü hem hızlı sürsün hem de yavaş. karışık sürsün babamın portakal suyuyla greyfurt suyunu karıştırması gibi karışık " dedi :-)

bu arada otobüste bir vergi dairesinde çalıştığı kendi sözlerinden anlaşılan ve de işini bilen bir memur olduğuna şahit olduğumuz bir adam ( müvekkille yaptığı telefon konuşması eminim otobüsün dışındakilerce bile duyuluyordur ), bir afrikalı, afrikalı adamcağıza " sen senegalli misin, nerelisin " diye Türkçe laf atan ve bu lafına da afrikalının kendi dilinde verdiği mütenasip cevaba maruz kalan bir vatandaş, koltuk yumruklama sporu yapan bir sporcu kardeşimiz, ayakta durup sürekli nezle muzdaribi burnunu silen homo sapiensler ile doluydu. ya, bilmiyorum nasıl ifade etsem; kaçınız heidi'nin büyükbabasınn alp dağlarındaki tesislerini bilir? işte o bilenlere bu sözüm: siz de bu şehirden kaçıp oralara yerleşmek istemiyor musunuz? peter ile keçi sütü içmek, kelebek kovalamak, büyükanneye kitap okumak. frankfurt'ta bayan rottenmaier'e katlanmaya bile razı değil misiniz?, daha ne diyeyim. Allah'ım ya bizi ya da diğerlerini kurtar, amin.



hade şimdi dağılınız lütfen, işlerim yığılmış çalışmalıyım.

size dalida'dan flamenco oriental hediye ediyorum, güle güle kullanın. dar gelirse bir gece buzdolabında bekletin.

heidi resimleri 23 aralik 2007 pazar günü kahvaltı konusuna atıfen ilave edilmiştir, tam birrrr milyon dolar, alp dağları, küba ve italyanlar da masadaydılar, hepsine selam.

1 Ocak 2008 Salı

ikibinsekiz

ikibinyedi genel olarak buhran havasında geçince ikibinsekiz yılına da bahşedecek fazla umut kalmadı sepette. henüz piyango biletlerimi kontrol edemediysem de muhtemelen bu yılda da astronomik zengin olamıyorum. ve fakat geçtiğimiz yıl yitirdiğim sevdiklerim, maçın son dakikalarında gelen kaza ikibinyediyi de artık istememe hislerimi pekiştirdi.

( sanki başka şansım varmış gibi ) bu yılı sevdim ben, ne bileyim öyle yuvarlak rakam filan hoşuma gitti, üstelik şubat ayı yirmidokuz gün sürecek, yani daha uzun bir yıl var önümüzde, bu sene halam doğumgününü kutlayabilecek. herşey çok güzel olacak. savuluuuun ikibinsekiz geldi...

sağlık, şans, başarı ve mutluluk perilerinin hakedenlerle olması dileğimle. hepinize sevgiler

keremo's mom