28 Nisan 2008 Pazartesi

boredom is our fatal illness


isimli bir grubumuz vardı eskiden; yesch'le beraber kurmuştuk. o kadar sıkılıyorduk ki hayattan, okuldan ve herşeyden; ölümcül hastalığımızdır sıkılmak diyorduk sürekli. yesch toronto'ya yerleşti, yeteneği olduğu konuda çalışmaya başladı. bence başarılı da. evlendi, kedilere ve kocalara karıştı. ben neye yeteneğim olduğunu keşfedemediğimden - muhtemelen tümden yeteneksizim - benim için biçilmiş olan elbiseyi giydim. kolay geldi aslında hazır olana konmak, zaten başka kulvarlarda mücadele ediyorken bir de grekoromen stilde güreşmeye mecalim yoktu. yenilgiyi kabul ettim, ringe bile çıkmadan. bundan dolayı kendime çok kızgınım aslında ve de kırgın. gerçi bugün dahi mücadele için yeterli güç yokken içimde onca yıl önce nereden bulacaktım ki bir powercable? o sebeple bugün dahi şu sıkılmak hissi peşimi bırakmaz. aynı yerde uzun süre bulunmaktan, aynı işi yapmaktan, aynı giysiyi giymekten ve aynı manzarayı görmekten bile sıkılırım. belki bu sebeple sürekli evi ve işi taşıyorum. taşınma işlemi bitince de hemen hemen her ay eşyalarımın yerini değiştiriyorum. of yani of.

meşhur bir endüstriyel ürün firmasında çalışırdım vaktiyle; orada yaşadığımız ve bence hala çok komik olan bir olayı neşretmek istiyorum; sürekli tanıtım katalogları zarflamaktan o kadar bezmiştim ki, postaya broşür hazırlamak için mi üniversiteye gittim ben diye ağlıyordum sürekli. okuldan bir arkadaşım benden iki hafta sonra aynı yerde işe başladı. ona bu fikrimi açtığımda " çok önemli işler de yapsan, zarf da kapasan alacağın para bu. boşver otur zarf kapat daha iyi " dedi. bizden birkaç hafta sonra yine okuldan bir çift başladı aynı firmaya. çiftin dişi olanı yüksek mevki sahibi babasının forsuyla bizim şirketi deneme hakkı elde etti hatta. bir hafta çalışacaktı, beğenirse ne ala işe başlayacaktı filan. neyse bu zarflama işini ona devretmemiz söylendi bize, arkadaşım nasıl yapılacağını öğretmeyi teklif ettiğinde bu hanım kızımız " zarfın nasıl kapatılacağını sizden öğrenecek değilim herhalde " diye yardım talebini reddetti ve paketlerle zarfları alıp showrooma indi. dört saat kadar sonra çaycı şükran feryat figan yanımıza geldi " koşuuuun, b. bayılmış.. telefonda sesi bile çıkmıyor " dedi. hepimiz aşağıya indik hemen ki gerçekten b. sandalyeden düşmek üzere. neler olduğunu hemen anlattı; susuzluktan ölmek üzereymiş, ağzı kurumuş, broşür zarflama işini kesinlikle yapamazmış, bünyesi mahvolmuş. hemen sorduk " zarfla ne alakası var bunun? ".
" zarf yalamaktan bu hale geldim " cevabını duyunca arkadaşım hemen cevabı yapıştırdı " iyi de zarflar yalanmayacak ki, kapalı zarf gönderisi daha pahalı olduğu için biz zarfları kapatmıyoruz, sadece kapağı içine kıvırıyoruz. boşuna yalamışsın 600 tane zarfı " :-)))

çok eğlendiğimizi hatırlıyorum ve de platin sarısı ama boya olmayan (kendi beyanıydı bu, yoksa diplerdeki siyahlar anlatıyordu aslında olan biteni ve kuaförü üç haftada bir düzenli ziyaret etmediğini) saçlı kızın işe o günden sonra gelmediğini, ya bizi, ya şirketi ya da işi beğenmedi ama anlayamadık.

gerçekten çok eğleniyorduk o şirkette. sonradan orada tanıyıp da bir şekilde hayatıma dahil olan, bir süreliğine dahil olan, bir süreliğine dahil olup da iz bırakan kişiler oldu. ilk hayalkırıklıklarım, ilk salaklıklarım o şirketten kalma miraslardır. oradayken bir türlü tanışamayıp sonradan bu şerefe nail olduğum insanlar oldu; hala fiilen olmasa da fikren kurtulamadığım. hayat zor ya. hakkatten zor. ben oradayken hemen hergün ziyarete gelen bir arkadaşım vardı ( neyseki hala var kendisi çok şükür ) da kendisiyle ilgili nice komplo teorileri oluştura oluştura kardeşimin benim zeki bir insan olduğuma dair olan inancını sıfırlamıştım. hayat o zamanlar tümüyle taksim'de geçiyordu. her türlü işi halletmeye hep oradaydık, yemek için, alışveriş için, banka işlemleri için, şu için, bu için... ben gibi başka arkadaşlarım da bir ton kırıklıklar geçirdiler. iyileşemedik hiçbirimiz, galiba bazı virüsler yıkıcı etki bırakıyor. ne yapsan da silinmiyor izleri. cifle cifle nafile. bu çizikler, koca koca kurumuş süt ve kahve, salçalı soslar hemen öyle beş dakika da çıkar mı?

çocukluğumuzdan bu yana acaba kaç hadise vardır bizde iz bırakan? ben saymaya başlasam herhalde elli tane bulurum gibi geliyor. annemin rahatsızlanması, babamla kavgaları, elim trafik kazası, kozyatağı'ndaki evde vukuu bulan hadiseler, arkadaşlarımla yaşadıklarım, yaşamadıklarım, dedemin kaybı, babaannem, mitoz bölünmeler, atinalı zenon, inci boncuk, iktisat, keremo, aklıma pat diye gelmeyen başkaları da vardır elbet.

geçen hafta cuma günü bir arkadaşa yardım için kardeşimle ben gecenin bi yarısına kadar yemek yapıp ev derleyip topladık. teşekkür niyetine de bugün alakasız bir ithamla karşılaştık. gerçi yardım ettiğimiz zat kendisi değil bu tavrı yapan ama nihayetinde onun kabilesi. sioux kabilesiyle uğraşmak dahi kendi ırkımdan olanlarla uğraşmaktan daha kolay geliyor. ırkımı söylemeyeyim de sonra az evvel zehrişko'nun dediği gibi 301'den yargılanmayayım. ırksızım ben, übermensch değil, soysuz, bildiğiniz soysuz. zaten kimseyle anlaşamıyorum, etrafımda kalanları da yoksayıp iyice soyutlanayım. one hundred years of solitude. yaşanması gerekenler yaşanır, kaderden kaçılmaz biliyorsuuuuuun. kimler geldi, hayatımdan kimler geçti... bir saysam buradan yeni zelanda'ya yol olur. köprüler yaptırdım gelip geçmeye şeklinde. yani onca insan tanıyorsun hayatın boyunca, sadece birkaçı hayatında kalıyor. diğerleri geldikleri gibi uzaklaşıyorlar. bazen ayak izleri kalıyor kumda, kimi ise deniz tarafında yürüdüğünden dalgalar ayak izi dahi bırakmıyorlar gidenlerin ardından. ben kaç kişide iz bırakmışımdır diye düşünüyorum; söylediğim bir cümleyle, yazdığım bir satırla, bir bakışımla filan :-)

işittiğim en ağır cümlelerden biri " kimse benim gururumu bu kadar kırmadı, bu kadar üzmedi beni " idi. hatırladıkça ürperiyorum. gerçi bu cümleleri kuran zat-ı muhterem rahatlıkla yalanlar da sıralayabilen bir varlık. yine de bu cümle çok ağırdı.

yağmur yağıyordu paris kaldırımlarına
seni düşündüm penceremde
( penceremiz olabilirdi )
yağmuru sevmediğin geldi aklıma
bulutlar da hatırlamış olacaklar
yağmurda üzüldüğünü
sağanak durdu birden bire
güneş açtı
yüzün güldü mü bilmem
istanbul'daki pencerende

as a conclusion; i would like to dedicate my essay to all whom had never enough courage to change the world, at least to change their worlds. who are still running with the blindfolds over their visions, disabled to do anything unexpectedly, suddenly, surprisingly. who are living from nine to five and sacrifice the rest of their lives as a compensation to what they have as wealth. i got bored. boredom is our fatal illness. i no longer can put on what they have prepared for me. i want to design my life myself or am i far too old for that? i am confused... so long. bye

Hiç yorum yok: