4 Aralık 2016 Pazar

affetme meditasyonu

merhabaaaaa, yine ben. yine etkileyici bir konuyla karşınızdayım. kaç kişisiniz acaba? bu yazdıklarım kaç kişinin bunalıma girmesine sebep oluyor?

bu haftasonu bir-iki saatimi gerçekten nefret ettiğim iki kişiyi affetmek üzere meditasyon yapmaya ayırmıştım. her şey güzel başladı. kendimi olaya kanalize ettim, telkine başladım. derken sıra visualizing kısmına geldi, o kişileri gözümün önüne getirip, onlarla ilgili duygularımı söylemek, affetmek, sevgi ve merhamet gösterme kısmı yani. aman tanrım, sanki buna bilinçli olarak karar veren kişi ben değilmişim gibi, birden gözümün önüne geldiklerinde onlara bakamadan seansı bitirdim. hayalimde bile yüzlerine bakmaya tahammülüm olmayan insanları nasıl affedeceğim? içimde onlara karşı bu kertede nefret beslememe sebep de yok aslında. dünyanın en büyük kötülüğünü yapmış değiller. tamam tahammül edilmez, densiz ve aşırı bencil oldukları pek çok kişi tarafından tescil edilmiş dahi olsa, bu denli nefret biriktirmem sadece bana ağırlık oluyor.

o sebeple bu pazartesiden itibaren, şimdiye kadar güttüğüm aşırı ignore etme politikasından vaz geçiyorum. kendimi, hedefinde onlar olmayan bir hayata layık görüyor, nefret yerine güzel duygular besleyebileceğimi biliyorum. illa onlara karşı güzel duygular beslemek zorunda değilim. onlar için beslediğim duygular yerine, örneğin kediler için güzel hisler biriktirsem, daha faydalı bir davranış olmaz mı?
tiplere bakar mısınız? yahu bunun bizimle ne alakası var diyorlar. sizinle alakası var şekerler, her şey sizinle alakalı. en sıkkın olduğumuz anlarda neşelenmemize siz yardım etmiyor musunuz? bal gibi alakası var işte...

bu aralar epey kendi kendime zaman geçirebildim. kimi zaman üst üste yapılacak şeyler birikir ve bir türlü sakin zamanlarınız olmaz ya, işte bu aralar bende epey bir tersi durum oldu. sıkıldığım şeyleri bir kez daha gözden geçirdim, elimine etmek durumundayım bunları hayatımdan. ilk fırsatta...
and then i have to start walking in the peaceful gardens of my mind...
görüşmek üzere... haiku şiiriyle selamlarım sizi

it's cold - and i wait 
for someone to shelter me
and take from here.






29 Kasım 2016 Salı

urlaub in angst

selaaaaaaaaaaaaaaaaaaam,

giriş şeklimden mutlu olduğumu anlamışsınızdır. mutluluk göreli bir kavram, kişisel sebeplerim var şu an kendimi böyle hissetmek için. lakin çok bireysel olduğundan, kendimden kelli kimseye bir faydası olmayacağı sebebiyle paylaşma lüzumu görmüyorum. ama mutluyuuuuuuuum, kendi adıma, böylesi bir ortamda içimde pırıl pırıl güneş barındırdığım için biraz utanaraktan mutluyum. gerçi bu yüzyılda çok fazla sürmez. en iyisi galiba çok bahsetmemek. şimdi gelelim asıl konuya...başlık ile kontrast teşkil edecek bir paylaşım ile başlamak isterim. "der spiegel" dergisinin, 9 Temmuz 2016 tarihli kapağı aynen şöyle:
(muhtemelen avrupalı bir aile, endişe içinde tatilde)

herhangi bir kimsenin korku içinde olması mutluluk duyulacak konu değildir. bununla birlikte, bizim yaşadığımızın adını da yazarak mukayese imkanı vermek isterim; leben in angst!

tam dünya birlikte kirleniyor, her yerde kan kırmızı akıyor. terör tehdidinin nerede olduğu önemli değil, canlı ırkını hedef alıyor olmasıdır konu olan, insanın insan öldürme arzusu. hangi amaçla olursa olsun...

geçenlerde "racing extinction" adında bir belgesel seyrettim. yönetmen louie psihoyos neslimizin, yeryüzündeki hayatın ne denli büyük bir tehlike altında olduğunu, kaçınılmaz sonun önlenemeyeceğini, ertelemenin ise sadece kitlesel işbirliği ile mümkün olduğunu, zaman zaman kamera karşısında ağlayarak anlatıyor. izlemenizi ısrarla tavsiye ederim.

(şu an tulipa ruiz - efêmera dinliyorum. harika bir albüm. akşamın darında hem yazmak hem de biraz olsun sakinleşmek isteyenler için bire bir. lütfen dinlemeyi deneyin. notaların çoğu daha sakin olduğunuz zamanları hatırlatacak, içinde kaybolmak isteyeceksiniz, inanın)

sabah, işe gitme çabası içinde trafikte ilerlerken yanı başımda sekiz - on kişi bir kavgaya tutuştu. yumruk yumruğa, hiddetle, birbirini ezmek istercesine. oldukça sinir bozucu bir sahneydi, nasıl uzaklaştım ben bilirim. sonra tüm gün gergindim. hepimiz ne kadar sinirliyiz, patlamaya hazır bomba gibiyiz adeta. neden bir norveçli sakinliği bize musallat olmuyor? biraz huzur istemek, mezopotamya coğrafyası için lüks müdür? akşam uyumadan önce o gün yaşadığı eğlenceli anları hatırlayıp gülümsemek, ertesi gün için tatlı bir heyecan dalgası içinde uykuya dalmak bu toprağın insanının hakkı değil midir?


harbe giden

harbe giden sarı saçlı çocuk!
gene böyle güzel dön;
dudaklarında deniz kokusu,
kirpiklerinde tuz;
harbe giden sarı saçlı çocuk!

orhan veli


(anakin skywalker)

bayramlık

koyunlar, keçiler ve koçlar için
ne kadar bayramsa kurban bayramı
bu barış var ya, bu barış
cephedekiler için o kadar barış

can yücel


(mahabharata)



bazı şeyleri açıklıyorum

soracaksınız: leylaklar nerede hani?
gelincik yapraklı metafizik nerede?
sözcüklerine incecik delikler açıp
onları saçan yağmur nerede?
kuşlar nerede hani?


her şeyi anlatayım.


kent dışında yaşardım,
madrid dışında, çanlarla,
saatlerle, ağaçlarla.


görülürdü oradan
kurumuş yüzü kastilya'nın
meşin bir okyanus gibi.
                       evime
çiçek-evi derlerdi, sardunyalar fışkırırdı
duvarlarından çünkü:
güzel bir evdi
köpekleriyle, çocuklarıyla.
                         hatırladın mı, raul?
rafael, hatırladın mı?
                         hatırladın mı, federico?
yerin altında, 
hatırladın mı, balkonlarında o evin
haziran ışığı çiçekler doldururdu ağzına.
                                          kardeşim, kardeşim!

her şey
o kalın sesler, tezgâhların tuzu,
kabarmış ekmekler çıkaran fırın
ve heykelleriyle argüelles pazarı
kurumuş bir mürekkep hokkasıydı sanki aldatmalar içinde:
yağ akardı kaşıklara,
ayakların, ellerin derin çarpıntısı
sokaklarda büyürdü,
metreler, litreler, temel
ölçüsü yaşamın,
                       balık yığınları,
rüzgâr gülünü bile şaşırtan
soğuk güneşiyle kiremitler,
patateslerin ince, çıldırmış beyazlığı,
domatesler yuvalanırdı denize dalga dalga.

bir sabah tutuştu bunların hepsi,
bütün canlıları yutmak için bir sabah
fışkırdı topraktan
şenlik ateşleri,
silah vardı artık,
barut vardı artık,
artık kan vardı.
haydutlar geldi uçaklarıyla,
yüzükleriyle, düşesleriyle haydutlar,
takdisler dağıtan kara keşişleriyle
haydutlar geldi gökyüzünden
çocukları öldürmek için,
çocuk kanı aktı sokaklarda
düpedüz çocukların kanı aktı.

çakalların bile tiksindiği çakallar,
kuru çalıların bile tükürdüğü taşlar,
yılanları bile iğrendiren yılanlar!
yüz yüze gelince bunlarla
kanını gördüm ispanya'nın,
kabarıyordu
bir onur ve bıçaklar dalgasında boğmak için sizleri!

hain
generaller:
ölü evimi görün,
bakın paramparça ispanya'ya:
erimiş maden akıyor her evden
çiçek yerine,
her çukurundan ispanya'nın
ispanya yükseliyor,
her ölü çocuktan bir tüfek fışkırıyor,
gören bir tüfek,
kurşunlar doğuyor her cinayetten,
o kurşunlar günün birinde
on ikisinden vuracak yüreğinizi.

soracaksınız: şiiri neden
düşleri anlatmıyor, yaprakları
ve büyük yanardağlarını ana yurdunun?


gelin görün kanı sokaklardaki.
gelin görün
kanı sokaklardaki.
gelin görün kanı
sokaklardaki.
pablo neruda
(villages of andalucia © michelle chaplow)

(civil war, spain - picasso)

bundan başka bugün sizinle paylaşmak istediğim 
bir diğer konu, sermaye sahiplerinin kendileri 
insanlığın da sahibi gibi görmelerinin ne denli 
aşağılayıcı bir durum olduğudur. aşağılayıcı 
derken proleter kesimden bahsetmiyorum, 
kendileri kapitalizmin kuklası olmuş, 
maddi varlık dışında beslendikleri kaynakları 
olmayan kesimin durumunu kastediyorum. 
kızılderili sözündeki gibi; 

son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, 
son balık öldüğünde beyaz adam paranın yenmeyen 
bir şey olduğunu anlayacak...

28 Kasım 2016 Pazartesi

all my children

dicle hanım'ın ışıklarla dolsun yattığı yer, epeydir aklıma gelip duruyor "all my children". evet, gerçekten all my children, hepsini seviyorum çocukların. hmmm birden doğruyu söylemediğimi farkettim. sevmeyi beceremediğim bir iki çocuk var, umarım bu hissim değişir. bununla birlikte en öz çocuğuma bir nazım hikmet şiiiri ithaf etmek istiyorum, tam da şu özlem duygumun pik yaptığı günlerde. canım benim, kendi kanatlarını kullanman gerektiğine inanmasaydım, nasıl göz yumardım onca uzağa gitmene? hala kendimle mücadele ediyorum, suçluyorum bile kendimi, kızıyorum. inan bir anne için çok zor bir karar. yeniden aynı şeyle karşı karşıya kalsam aynı cesareti bulur muyum bilmiyorum. böğrüme oturan hüzün "hayır, öğrendin hasretin ne olduğunu, bir daha buna cesaret edemezsin" diyor..

çocuklarımıza nasihat

hakkındır yaramazlık.
dik duvarlara tırman
yüksek ağaçlara çık (sen elektrik direğine tırmanmıştın bir keresinde, ne yapacağımı bilememiştim, kereeeeeem, hemen in ordan, hayır dur yavaşça in diye söylenmiştim).
usta bir kaplan
gibi kullansın elin
yerde yıldırım gibi giden bisikletini...
ve din dersleri hocasının resmini yapan
kurşunkaleminle yık
mızraklı ilmihalin
yeşil sarıklı iskeletini
sen kendi cennetini
kara toprağın üstünde kur.
coğrafya kitabıyla sustur,
seni "hilkati adem"le aldatanı...
sen sade toprağı tanı
toprağa inan.
ayırdetme öz anandan
toprak ananı
toprağı sev
anan kadar...

1928

epeydir kişisel foto yayınlamamıştım, bir tane göndereyim. işte budur son halim...


keremo, geçenlerde ramayana destanı hakkında bir konuşma dinledim. ilgimi çeken kısmı seninle de paylaşayım: hani pek çok destanda anlatılır ya, hoca lanuyu himalayalara veya başka bir noktaya inzivaya gönderir, bu yolculuklar hep, lanunun en zorlandığı, çözüm bulamadığı zamanlarda gerçekleştirilir. bunun sebebi, destanların ekseriyetle nepal/tibet bölgesinden kaynaklanmasıymış. yani görünürde ölümsüzlük iksiri veya bilinmez bi çözüm kaynağı aramaya giden lanu, aslında kendi köklerine, tarihine iniyormuş. çünkü cevaplar, aradığımız şeyler, gelecekle ilgili ipucu, izini sürdüğümüz her neyse kendi köklerimizdeymiş.

tarih öğrenmek çok mühim, geçmiş bilinmeden geleceğe doğru yol alınmaz. alınır alınmasında da, mevcut duruma düşülür. hal-i pürmelalimiz ortada. bunun sebebi eğitimsizlik değilse, geçmişten ders almamak değilse nedir?

all my children, may Lord save and protect you all... 







hayat

merhaba,

yine çok zamandır yazmamışım. kelimeler çok birikti. bu satırları yazarken ispanyolca nefis bir parça dinliyorum, fazla odaklanmamı engelliyor, bir tür narkotik analjezik. tavsiye olunur; tuyo - rodrigo amarante. blogspot çerez vs kullanımıyla ilgili yeni bir bildiri yayınlamış, sorumluluk size ait şu bu... temiz sicilimi müzik için doldurmayayım. arzu ederseniz, yayın kanallarından birinden kolaylıkla dinleyebilirsiniz.

sonbahar geldi, bu sonbahar bana hüznü gerçekten getirdi. neredeyse narkotik analjeziklere varan bir teselli arayışına girdim, faydasız. hiçbir şey beynimin, düşüncelerimin yarısının daimi şekilde onda olmasını engelleyemedi. demek isiyorum ki çocuk; seni gönderirken başka ülkeye, aklımı da, sağduyumu da, metanetimi de gönderdim yanında. sen çok yaşa e mi? bu kadar iyi bir evlat olduğun için, sayende hayata daha sıkı sarıldığım için, kendin olduğun için, kocaman kalbin için sana çok teşekkürler.

ilk karşılaştığımızda da içime güneşi doldurmuştun, ağrım sızım geçmişti seni görünce. şimdi de benim devam olmayı sürdürüyorsun. omuzlarına bu kadar yük vermemeliyim diye düşündüm geçenlerde. sonra da dedim ki, o çaba sarfetmeden yapıyor bunu, gecenin gündüze dönmesi gibi, mevsimlerin akışı gibi.

arjuna'm benim, rama'm...

inan bana, bu hayatta benim başıma gelen en güzel şey sensin.


çocuklar (!) oyun oynarken


büyük ciddiyetle ne yapıyorlar acep...


tatil gülümsemesi


kim bilir dedesine ne muziplik yapma peşinde


kesin bir şey planlıyor ama ne?


yedi yaşındasın, harikasın, hep öyle olacaksın


2016 yaz, havuz çıkışı özçekim :-P

29 Temmuz 2016 Cuma

ad astra per aspera

herkese merhaba,

bugün yozlaşmadan bahsetmek istiyorum. türk dil kurumu'na göre kelime anlamı:
özündeki iyi nitelikleri bir takım dış etkenlerle zamanla yitirmek, soysuzlaşmak, özünden uzaklaşmak, bozulmak, dejenere olmak, tereddi etmek
"Kendisine büyük hizmeti dokunmuş insanları unutmak bir toplumun yozlaştığını belgeler." - H. Taner

iyi nitelikleri yitirme, bunu pek çok yerde görebiliyoruz. daha az dayanıklı tüketim ürünleri, sağlam olmayan binalar, 50 gramlık kağıda basılan kitaplar, besleme özelliği olmaksızın sadece karın doyuran yiyecekler ve biz insanlar... özümüzdeki iyilikleri kaybedeli epey oldu.

bittabi yozlaşmayan şeyler de var, aşağıdaki dostluk gibi. bkz. şekil II...


Allah bozmasın, yüzünüz hep gülsün, bashocan'ın ifadesi daha ziyade ekşi gibi ya, neyse.

bugün söylecek çok şeyim var, kelimem yok. bitirdim. kendime söylene söylene tükettim harflerle oluşturduğumuz iletişim araaçlarını. kalan şu üç beş cümleyle bu yazıyı tamamlayacağım.

bu hafta halil inalcık da hayata veda etti. geride koca bir külliyat, ondan sonra öğrencilere, tarih öğrenmek isteyen herkese ışık tutabilecek hocalar bırakarak. hocalar her zaman var.

when the disciple is ready, the master appears.

i feel ready master, please do appear. your perish brought me darkness, come enlighten my way...

de minimis non curat lex - law does not care about small things...

si tacuisses, philosophus mansisses - if you had kept your silence, you would have stayed a philosopher


felt the need to speak latin, hope does not matter.


24 Temmuz 2016 Pazar

cry the beloved country

ne güzel bir kitaptı, from Alan Paton. bugün konumuz yine biraz ondan biraz bundan, en çok da Keremo'dan olacak. eee bu bir standart, alıştınız artık. sizleri hayal kırıklığına uğratmak istemem.

ülkemizde hareketli günler yaşandı, havaalanı saldırısı ve darbe girişimi hepimizde ciddi travmalar oluşturdu. hemen yakınımızdaki hastaneye gelen onlarca ambulans, darbe girşiminde tepemizde korku salarak uçan F16'lar. geride bırakmak ve bir daha karşılaşmak istemeyeceğimiz kötü anılar silsilesi. her kafadan onlarca ses çıktığı dönemler. tarih sikluslarının demirden, tunçtan olanlarından biri. oysa ancak çok ama çok beğendiğim filmleri yeniden izlerim ben, her filmi değil. lütfen bu yaşadıklarımız da tarih sayfasına gömülen anlardan olsun, mümkünse bir daha benzerleri ile bile karşılaşmasın kimse.

öte yandan, güneş ışığım, hayatın aydınlık yüzü, benim açımdan neşe ve erdemlerin vücut bulmuş hali; Keremo. 6 hafta kalmış kendi hayatına başlamasına, gündelik hayatını salt kendi iradesiyle idame ettirmesine veya yuvadan uçmasına... buz devri 5'te manny, peaches'a diyordu ki; her anne baba çocuğunun büyümesini, kendi ayakları üzerinde durmasını, kendine bir hayat kurmasını ister. aynen öyle. onun kendi kararlarını veren, doğruyu yanlışı ayırt edebilen, bağımsız, deneyim kazanan, pragmatik bir yetişkin olma yolunda ilerlemesi hayranlık verici bir şey. zaman zaman "ben ne yaptım da bu harika yaratığı gönderdi Allah bana" diyorum. öte yandan, kendi elimle o harika yaratığı uzak diyarlara yollamak tam bir işkence vasıtası.

bu yaz yine yesch ile buluştuk. konulardan biri (ki insanlığı kurtaracak pek çok konuyu konuştuk) bizim geleneksel aile anlayışımızda aile ile çocuk arasındaki (dikkat anne ile çocuk değil, aile ile çocuk arasındaki) göbek bağının bir türlü kesilemeyişiydi. aileler bu kopmayı çocuğu sevmemekle eşdeğer tutuyorlar. tersini düşünüyorum, zor, gerçekten zor. göbek bağı kesmekten daha zor. göbek bağı kesilince hiç değilse havaya hoplatıp zıplatabiliyorsun, yani aslında onun kesilmesini sen de istiyorsun. ama omzuna, yanağına istediğin an öpücük konduramamak, sıkıca sarılmak için tatil dönemlerini beklemek pek eğlenceli olmayacak. tamam. bu kadar duygusallık yeter. zaten her saniye benim dizimin dibinde olacak değildi ya.

ışığını saçacak elbette, başka yerlerde de parıldayacak. güneş nasıl ben görmediğim zamanlarda da varsa, dünyanın başka yerlerini aydınlatıyorsa, Keremo da öyle. yolun açık olsun canım oğlum, sana hep melekler eşlik etsin, aşamayacağın zorluk olmasın inşallah... insan zor zamanlarda kendini tanırmış. kolay bir deneme olmayacak senin için, ama aşamayacağın bir şey de olmayacak. sana söz veriyorum, fiziken her saniye olmasa da manevi olarak hep yanında olacağım.




22 Nisan 2016 Cuma

K E R E M O

nereden başlasam; ortasından... evet ortasından. en iyisi bu olacak galiba.

pek çok şeyden sıtkım sıyrılmış durumda ya, eğitim sistemine karşı duygularım da aynen ergen bir bireyin ebeveynlerine karşı duyguları gibi. hırçın, kontrolsüz, memnuniyetsiz.

işbunların sonunda keremo için okyanusaşırı olmasa dahi, yurt sathının dışında mektep arayışları sonuç verdi. oldukça iyi, saygın bir okuldan kabul geldi. geldi gelmesine, lakin bu kez de gak desem ağlama hissiyatı geliyor, guk desem hıçkırma. adeta çocuğunu ingiltere'ye okumaya gönderip, çektiği hasreti asker annelerininkiyle mukayese eden mehmet gölhan'ım.

ne yaparsam yapayım "yanlış mı yapıyorum acaba" hissi kaybolmuyor. hayatla en güçlü bağım o olduğu için, karşısına çıkan fırsata ne kadar sevinirsem sevineyim, kendimi ocaksız, merkezsiz hissetmeme engel olamıyorum. öte yandan teog gibi geleceği sadece bir sınava bağlayan sistemin çarkına dahil olmayacağı için de mutluyum.

keremo, kuzum, güneşim, lütfen içindeki iyi insanı, merhametli, anlayışlı ve zehir gibi zeki çocuğu hep yaşat. daha önce de söylemiştim "kid you'll rock mountains". canım, seni her zaman, her durumda ve koşulda sevdiğimi unutma. sen hayatımın en önemli şeyi değilsin, hayatımın kendisisin. ne olursa olsun senin yanındayım, ne kadar süreyle bana ihtiyaç duyarsan, annen arkanda olacak. daha beş yaşındayken bana söylediğin sözü aynen sana söylüyorum; hata yapmak önemli değil, hatalar düzeltilebilir. ama öncelikle onun hata olduğunu kabul etmen gerekir... korkuların hemen ardındadır en büyük başarılar, mutluluklar, yaşanması gereken deneyimler. korkun olmadığını biliyorum. cesaretin tanımını unutma: korkmamak değil, korkman gereken ve gerekmeyeni ayırt etmek.

hayat her şeyiyle güzel, iyisiyle, kötüsüyle, doğrusu, yanlışıyla. başarı, hataların getirdiği tecrübenin toplamı ya. unutma e mi?

canım, canım yavrum. seni çok seviyorum, umarım hep aşabileceğin zorluklarla karşılaşırsın. insan ancak ve sadece bu şekilde büyür.

senin için elimden geleni yapmaya çalıştım. belki en güzeli olmadı. inan elimden gelen buydu. bundan sonra da böyle olacak. eminim sen kendi çocuklarına benden daha iyi şekilde bir aile ortamı sağlayacaksın. senin elin bir şeye değince o zaten çok güzel oluyor.

kelimeler boğazıma düğümlendi, daha fazla çıkmıyor. seni seviyorum canım yavrum. Allah yolunu her daim açık etsin...

15 Şubat 2016 Pazartesi

bugünün nesi dünden farklı?



kelimeleri bir şair kadar güzel sıralayabilseydim keşke, yazmak istediklerim var. aynı kelimeler hepimizin kullanımına sunulmuş, kimimiz orhan veli olmuş, kimimiz can yücel, bir diğeri turgut uyar, edip cansever, nilgün maramara. ben ise sanki boşa harcıyorum harfleri, cümleleri. biraz daha yutayım, küçük bir grup bile olsa, sayıca bir kişiden çok bir çoğunluğun dinleyeceğinden emin olana kadar susayım... 

18 Ocak 2016 Pazartesi

üzüntü ve muz kabuğu

her ne kadar başlıkta az da olsa abukluk yapmaya çalıştıysam da, ne içimdeki acıyı hafifletmek mümkün oldu, ne de zavallı yeryüzüne çöken kara bulutları dağıtabildim.

bazı zamanlar vardır, hicran kendini midenizi tutup, sıkıca kavrayan bir el olarak gösterir. duyumsarsınız. öyle zamanlardayım. aslında geri dönülmez fiziki bir kayıp yok. çok şükür herkes hayatta. kaybolup giden benim insanlara, kendime olan güvenim, muhtemelen merhametim, insanlığım, empati kırıntılarım. giderek robotlaşmaya başladığımı hissediyorum. düşüncelerimde iyice yalnızlaşıyorum, kendimle konuşur, her şeyi kendimle paylaşır oldum. etrafıma ördüğüm duvarın dört bir yanımı kaplamasına ramak kaldı.

kalabalıklar içinde bile o duvarı taşıyorum yanımda. duvarsız yapamaz oldum. elimden gelse güneş ışığımı alıp bir dağa çıkarım, nitekim heidi'nin dedesinin neden alp dağları'nın tepesinde bir başına yaşadığını biliyorum artık, içimdeki ben derinden anlıyor, hak da veriyor. kalabalıklar içinde ya asimile olacaksın, konjonktüre entegre vaziyete geleceksin. yok gelemiyor musun? o zaman toplum seni otomatikman tecrit edecek. "vaaaay, sen misin beni tecrit eden, beni kendimden daha iyi kimse tecrit edemez leyn" diyerek kendi kişisel hapishaneni o an inşa etmeye başlayacaksın, emprovize bir hareketle. bu duruma adapte olacaksın işte, kendinle mücadele, en zoru, lakin en iştah açıcı olanı.

etrafı karartan etkenleri saysam bir sayfaya sığmaz, kişisel olan sebepler de var, evrensel olan da. bununla birlikte kelimeler vasıtasıyla onları bedenlendirmek istemiyorum. bu nedenle lütfen mümkün mertebe farid farjad dinlemeyin, neşeli şeyler düşünmeye çalışın, siz görmeseniz de bulutların ardında güneş her daim var, unutmayın.

unutma e mi?