23 Şubat 2008 Cumartesi

sosyal patlama


geçen hafta salı; 12 Şubat 2008 günü korkularımdan biriyle yüzleştim; evimize hırsız girdi. kendince bizim mütevazi evimizde ne bulduysa götürmüş. en önemlisi de babamın anneme evlenirken hediye ettiği yüzük. olan iki üç parça kuyum ürünüm de namevcut artık. hırsızdan yana korkum yok gayrı :-). mamafih benim nadide! mücevherlerim hırsız efendi veya hanfendiyi memnun etmediği için giysi, çizme ve parfümümü de almış. buna ilaveten bademyağımı ve de ev pabucumu almış eşşolubeşkulak. en tuhafı da giyilmiş, eskimiş, ayak kokumun sindiği pabucumu alması pabucumun hırsızının. fetişi mi var anlamadım. birinin gizlice evinize sızıp, kişisel yaşam alanınıza - kısa süreliğine dahi olsa - müdahale etmesi ne sinir bozucu bir durumdur.

evin darmadağın edilmesi de işin cabası. aklıma gelmişken konu ile ilgili bir anımı paylaşayım sizlerle; bu kule eve taşınmadan önce annemlerin karşısındaki apartmanda birinci katta oturuyorduk. pencerelerde muhafaza demiri yok, apartman kapısı her daim açık bir apartmandı kendileri. bir de belki daha evvel bahsi geçmiştir; keremo'nun babası evin her daim derli toplu, müze gibi olmasına muhaliftir. canlı, yaşayan, içinde yaşanan evin dağınık, düzensiz ve eve ayakkabı ile girerken tereddüt etmeyeceğin temizlikte (!) olması gerektiğini savunur. iş bu sebeple yılın belli zamanı benim istediğim gibi düzenli, temiz, müzeevde yaşarız, kalanını da halkalı çöplüğünün bizim ev şubesinde. neys efenim bir gün işten geldim, annemden keremo'yu aldım. bizim evin kapısını açarken bir de baktım ki kapı kilitlenmemiş. sadece çekilip kapatılmış. ammmaaan kesin hırsız girdi paniğiyle ben keremo'yu kapıda beklettim, kendim de hemen mutfaktan bir bıçak alıp evi kolaçan ettim. kimse yok, hemen annemleri aradım ve babamdan bize gelmesini rica ettim. bu arada tüm kapılar açık, keremo kapıda bekliyor filan ki birşey olursa kuzu kuzu me kaçabilsin. çünkü hırsız zorro ya, boğuşma filan olabilir aramızda, keremo zarar görmesin bu arada. ben de zaten xenia, savaşırım yani adamla, problem değil. babam geldi, evi kontrol etti ve
" evet haklısın hırsız girmiş " dedi.
" nereden anladın baba? " dedim.
" arka odayı darmadağın etmiş " dedi.
benden en pasaklı cevap;
" haaa o mu, yok canım o bizim dağınıklığımız " :-))))

takdir edersiniz ki bizim hırsızlık hikayemizi duyan eşraf kendi bildiği / yaşadığı olayları paylaştı; en ilginçlerinden biri güvenlikli bir sitedeki eve giren hırsızın menkul malzemelerle beraber buzdolabındaki yarım blok kaşarı almasıdır ki bence toplumdaki sosyal patlamanın, sınıflararası farkın, işsizliğin, geçim sıkıntısının ve de muhtelif diğer sakatlıkların göstergesidir bu.

ne desem boş, HERKES SIĞINAKLARAAAAAAAA



not: bu fotolar bizim birinci kattaki evin zaman zaman geldiği durumdu. hırsızla alakası yoktur, kimseyi haksız yere zan altında bırakmak istemem. bir pazar sabahı sekiz buçukta kalktım ve her sabah yedi buçukta kalkan keremo'nun evi bu hale getirdiğini gördüm. cinnet mi? evet cinnet geçirdim tabi ki!!! mesul sorumlu aşağıda fotosu görülen şahıstır. her hakkı mahfuzdur. olsun helali hoş olsun yaptığım onca şey ve de onun çektirdiği eziyet. çünkü o bana bir armağan, en güzel armağan. seni çok seviyorum oğlum. ( sevgilim, aşkım, bi denem demem yasak. kendisine sadece " oğlum " diye seslenebilirmişim :-) köftehor )

8 Şubat 2008 Cuma

the pianist

arkadaşlar hatta yoldaşlar; bugün itibarıyle bir piyano almaya karar vermiş bulunmaktayım. o kadar mantıklı geliyor ki bu hevesim, zehrişko'ya anlattığım vakit dalga geçmesini sadece sanattan uzak bir şahsiyet olmasına bağladım. muhakkak ki içimdeki venüslülükten kelli bir yeteneğim vardır piyano çalmaya. ders almaya veya bu konuda bir kitap filan okumaya ihtiyacım dahi yok. görünürde sadece bir sorun vardı, onu da hallettik. şöyleki; arkadaşın biri piyanonun üzerine elinde şampanya kadehi ve kadifeden straplez elbisesiyle uzanmak istedi.



bizim piyano aynen bu tip olduğundan uzanamayacak tabi. eee yetenekli yazarınız hemmencecik çözüm buldu tabe :-) piyanonun onbeş yirmi santim üzerine bir raf çakacağız. arkadaş o rafın üzerine uzanacak, bir nevi ranza gibi. böylece piyanist şantör çalarken olay kadın da mahalde olacak. işte bu kadar basit. di mi ama? herşeyin bir çözümü vardır, yeterki canlarım bana gelin, anlatın. ben yardımcı olurum size, doğal yetenek bu diyorum, sonradan kazanılmaz diyorum, paylaşın diyorum. daha ne yapayım sizler için, saçımı süpürge ettim yine yaranamadım. okumuyorsunuz, yorum yapmıyorsunuz. çekilin, piyanomla beni başbaşa bırakın. şarkı da söyleyeceğim, çekilin... nikah masasınaaaaaa oturdun işteeeee / hiç yoktu hesaptaaa ayrılık bizceeee / bilirsin ne kadaaaar görmek isterdim / beyazlar içinde seni öyleeeeceeeeee.....

1 Şubat 2008 Cuma

driving miss daisy




ne güzel bir filmdi değil mi? şahsen ben de isterim bir şoförüm olsun, yollarda ve de hayatta bana yardım etsin. ışık olsun, yol göstersin, pek çok şeyi benim adıma yapsın. ben kendimi suyun akışına bırakayım. hadiselerin gidişatı hakkında bu güzel kafamı yormam gerekmesin. ne bileyim mesela olayım bir kleopatra, bir josephine bonaparte, kraliçe viktoria, hiç olmadı elizabeth filan... " ... laissez faire laissez passer; sonuçta tebaam onlar benim, benim için yaptıkları ve de yapacakları görevler onların içlerinden geliyor, hamurlarında mevcut bu davranışlar, mani olmayınız rica ederim... " şeklinde bir kaç cümle kursam.

şu an olduğu gibi bazı zamanlar bir battaniye alıp - zaman zaman keremo'yla yaptığımız gibi - her yanımı o battaniyeyle kaplayarak kendimce bir çadır yapıp içine girmek ve hiç çıkmamak istiyorum. bunlar bir tür akıl hastalığı semptomları olabilir ( umarım değildir gerçi ) amma velakin böyle yapacak bir şey yok. hayat ve insanlar bazen o kadar çekilmez hal alıyorlar ki kurtulmak için kendine bir dünya kurmak istiyor insan. işte şizofreni de böyle durumların akabinde ortaya çıkan bir rahatsızlıkmış. bir nev'i beynin kendi kendini dış dünyadan kaçırması. aslında haklı da beyin bence, hemi de çok akıllı. neyse konumuza dönelim. bir süredir manevi olaraktan ( çeşitli kayıplar, kazalar, ama öyle böyle değil rahat bir onbeş kişiden filan bahsediyorum ) çeşitli zorluklar yaşamaktayız. atlatmak için çaba harcadıkça da başka zor haberler alıyoruz ki en diplere sakladığımız direnç noktalarımız dahi harap ve bitap düşmekte, aziz bünyemizi korumak için herhangi bir zırh bulamamaktayız. sonrasında insan bencilce kendisinden daha kötü durumda olanları düşünerek biraz teselli bulmakta, " kır dizini otur. bak bilmem kimin başına neler geldi, sus sesini çıkarma, şükret " demekte. ama içimdeki şeytan rahat vermez bir türlü " olsun ama sen ona bakma, daha iyi durumda olana bak " der durur. hatta durmaz hep der.

iki dakika önce çok sevdiğim bir ablayla konuştum, yakın bir süre önce oldukça ağır bir travma yaşamışlardı, hala nasıl atlatamadıklarını filan anlattı, hiçbir şey diyemedim, teselli edemedim. zaten ararken bile çekiniyorum, öte yandan kendilerini düşündüğümü bilsin istiyorum, ne faydası olacaksa! konuşma bittikten sonra sadece bir dakika içimdeki pis mefisto sustu, ikinci dakikada geldi çörekleniverdi içime tüm kasvetiyle beraber. oysa yarın hafif emrivakiye müteakiben de olsa yine çok sevdiğim bir sanayi devrimi mimarı, ekonomi cambazı, fikir anası, dünya bankasında dahi personele yönelik seminerler vermiş bir arkadaşımla görüşeceğim, normalde bu tip sürprizler bile bana neşe sebebiyken bugün ne yaparsam yapayım ( hatta knorr bulyon dahi katsam ) olmuyor, neşe gelip beni bulmuyor!!!!!!!!!

dün herkese mutlu olmak için yeterli sebebimiz var diyen ben bugün tarumar haldeyim. üstelik bunu bilmesini de istemiyorum insnların. yani mesela umarım zehrişko bunu okumaz, günlerdir onca ağız dolusu beylik laflar ediyorum ki ona, bugün bu halimi görse " işini bilmeyen çavuşlar, .... " veya " kelin merhemi olsa " der. aslıda sadece bana değil; sanki tüm Türk illerine gelip yerleşmiş hüzün, kendine uygun bir gedik oluşturmuş, iz bırakmış. ne yaparsak yapalım o çukuru aşamıyoruz ki kendimize gelelim, silkinip benliğimizi ve de hatta neşemizi bulalım. havaya karışmış hüznü her nefeste içimize çekiyoruz, suyla geleni içiyoruz, kimi zaman yağmur olup üzerimize siniyor, bastığımız toprağa zaten karışmış; yitenlerin bedenlerinden, artlarından akıttığımız gözyaşı olarak, kan olarak toprağa akıp giden acıdan geçmiş hüzün ve her temasta bize geri dönüyor. belki teknoloji çağı bu durumdan bizi kurtarır diyeceğim. nasıl mı? koccaaaa bir cam fanus imal edip içine girsek hepimiz, su, toprak ve de hava dışarda kalsa; taaa ki güneşin enerjisiyle çocuklar gibi şen olana kadar. yerleri de epoksi ile filan kaplarız, toprak değemez bize, su içmeyiz ( zaten yaşar amca - su banyo yapmak içindir - der ). sadece kuşları cıvıldatan güneşi ve ışıklarını alırız yanımıza. zaten fanusumuzdan usulca girer içeri o, davet beklemez. ağaya davet olmaz zaten, o arzu buyurursa geliverir, rica ederim :-)))

anladım ki kimse beni neşelendiremeyecek, halaya katmayacak, benim için neşeli bir şey çalmayacak en iyisi ben kendim kendime bir metod bulayım mesela; yarının çomartesi olması, işe yarın sadece yarım gün gelmek durumunda olmam, pazar günü keremo ile asteriks olimpiyatlarda filmine gitme durumumuzun olması... bütün bunlar yeter mi bunca yılın hazanını yok etmeye? yetersiz tabi de yapacak birşey yok. beğenmediysen ruhum buyur başka dükkana; ama bekleme çok hoş karşılanmayı, kılıç kalkan takımıyla buyur edilmeyi. bulup bulacağın kavafis'in ağzıyla " ne edindiysen bunca yıldır, ne biriktirdiysen hayatın boyunca, ne sindirdiysen şu içine şimdi harcayacağın da odur, başka bir sey bekleme, bulamazsın. başka bünye yok, başka yerde neşe yok, sefahat yok. herkes aynı durumda, herkes parça pinçik devam ediyor yoluna. ne yazık ki kimi farkında bu durumunun, kimi yaralı bereli devam ediyor ne çok şey kaybettiğini bile anlayamadan. senin de bulacağın budur, başka şey umma ". hadi ruhum, en iyisi sen de devam et, boşver bu kadar derin düşünmeyi, boyahane seni bekler, işler seni bekler, küçük kuş seni bekler ve de ev işleri, misafirler. sen kendine bile mukayyet olamaz, gereken itinayı, sevgiyi veremezken, zorla başkalarına sun kendinden esirgediğin, küçük kuşa dahi sergileyemediğin anlayışı, özeni. hadi git, daha fazla canımı sıkma benim, sinirlenmeye başlıyorum, asabiyet kalkanım devreye girecek birazdan, zorlama beni daha fazla. sevgili okurlarım, bir yazar ( kendimi buğday ambarında sanıyorum, farkındayım ama azıcık böbürlenme hakkı veriyorum, bu kadarcık da olsun yani ) her zaman hissettiklerini yazmaz, bazen hissetmediklerini de ifade etmek durumunda kalır. yani kıssadan hisse aslında yukarıda tasvir ettiğim kişi ben değilim, ben o kadar zavallı duruma düşecek adam mıyım be???? hadi çekilin, iyi akşamlar, kovalasın sizi koşanlar. ama hiç yetişemesinler, kurtulun hemen onlardan, ara sokağa filan sapın mesela. ya da daha hızlı koşun. bugünlük bu kadar fikir sıçraması yeter. belki bir süre yazmam ya da hemen yarın yazabilirim, siz her an yeni yazı gelecekmiş gibi hazır olun pliiiiiz.

1 şubat, cüce şubat 2008. pardon cüce değil bu sene şubat tam tamına yirmidokuuuz gün