24 Eylül 2007 Pazartesi

ruhun halleri


insan ruhunun kaç hali vardır acaba? sayan olmuş mudur? acaba seda saymış mıdır? ( mesela bana okulda sesimin kaç desibel olduğu hep " en zeki arkadaşlarımca " sorulmuştur ) diyorum ki, haleti ruhiyelerine söz geçiremeyen, huzursuz, anksiyete mağduru, hiperaktif ve bir yandan da eylemsizlik moduna girmelerine çeyrek kalmış olanlar; sizlere sesleniyorum. biraraya gelsek, ne güzel bir negatif enerji patlaması olur di mi? şahsen ağzım sulandı; şöyle bir mizansen tasarladım hatta; en önce ben gelmişim buluşma yerine, asık surat, siyah kazak, eski bir denim pantolon, siyah bir ayakkabı giymişim. asık suratımdan tanıyamazsanız giydiklerimden tanırsınız beni. ilk gelen mesela, meselaaaa ayşe adında bir arkadaş olsun. giriş cümlesi " hasta mısın sen, neden topluyorsun bizi buralara " merhaba filan yok!!! gıcığız ya, herşeyin antisiyiz ya. kimsede kendini başkalarına sevdirme kaygısı da yok zati. sonra diğerleri geliyor, kimi buluşma yerini beğenmiyor, kimisi bu yeni tanıştığı insanlara gıcık olmuş. bir kısmı buluşma tarihini beğenmemiş, fazla vakti yokmuş filan. hatta herkes aynı şeyi giyse, mesela tek zorunluluk bu olsa. ismini yazdıran herkes tamamlanınca sırayla sinir olduğumuz şeyleri anlatsak. ben seramik ve beyaz zeminlerde yere düşen saç / kıl gibi şeylerin görüntüsü diye başlasam.

ve sıralasam:

2. otobüs ve minibüslerde iki kişilik koltukların birbuçukluk kısmını kaplayan insanlar

3. konuşurken dibime dibime yaklaşan insanlar

4. mesela birine " ben bu akşam rahatsız olduğum için gelemeyeceğim, arkadaşlara söylersin " diye rica ettiğimde onun bu cümleyi " hııı o bu akşam gelmiycek " diye aktarması

5. keremo'nun mızmızlanıp yemek yememesi, süt içmemesi ( yani günde üç kez tekrarlanan sahneler ) buna mukabil kola, canlıca ( canlıca diyor adam ya :-))) gibi asitli içeceklerden galon galon içmek istemesi

6. gece uyandığımda mutfak veya banyoya yöneldiğimde ben geliyorum diye aceleyle o mekanları boşaltan hamamböcekleri, hayır rahatsız etmek değil niyetim. niye kaçıyorlar anlamıyorum

7. ismini zikretmek istemediğim, bir kaç yazıma konu olmuş bir kaç insan; dürüst olmadıkları için sinir oluyorum. sırtımı onlara asla dönemiyorum. bununla birlikte içimde onlara beslediğim duyguları asla da ifade etmemem gerekiyor ( terbiyesiz olmamak için )

8. durağa geldiğimde kaçan otobüsün egzost gazını yüzümde hissetmek

9. Allah'ım beni affet ama tüm tren, otobüs, vapur ve sair toplu taşıma araçlarındaki muhtelif kokular

10. başkalarının ayakkabılarına dokunmak, düzeltmek zorunda kalmak filan ( mesela misafir geldiğinde gitmesine yakın bir ayakkabı düzeltme ritüeli vardı bizim evde, sinir olurdum. evde küçümen olmasa ayakkabı ile girilmesini sağlayacağım ki böyle bir işkence olmasın. gerçi bizim evde böyle kurallar yok, ayakkabısını giymek isteyen düzeltir kardeşim ! )

11. en sevdiğim hobim olan para biriktirmeye başladığım saniye ortaya çıkan beklenmedik giderler

12. trafikte kendilerini en iyi şoför zanneden tayfa. oysa ben onlardan daha iyi sürücüyüm. bu böyle biline

bu liste uzar gider, otomobil uçar gider. düşünün toplantıda 12 kişi var ( twelve angry men'e atıfta bulunaraktan ) ve herkesin böyle uzayıııp giden ( o tren yollarııııı ) listeleri var. toplantı sonunda da masaları, sandalyeleri devirip birbirimize şöyle en temizinden sopalar çekip tüm stresimizden ve gerginliğimizden arınmış olarak evlerimize doğru yola koyuluyoruz. adeta hamur gibiyiz hamur, çamur sıçratan arabaya, el kaldırmanıza rağmen durmayan boş taksiye tek söz edecek halimiz kalmamış. ne güzel di mi?

hadi ben kaçtım

not ( bu not size değil sayın okurlarım ): sayın yüksek yargı organları bu yukarda yazdıklarım bir senaryodur. fiction yani, gerçeklikle veya provokasyonla hiçbir alakası yoktur hakeza intihalle de. tamamen kendi zihnimin uydurduğu abuk subuk bir nesir eserdir. lütfen halkı galeyana getirdiğim sanrısıyla blogumu kapatmayınız. yok illa kapatacağız diyorsanız da lütfen psikologumun seans ücretini size fatura etmeme müsaade ediniz. bu zıp zıp düşünceler beynimi kemiriyor, paylaşmazsam durum vahim olur inanın. saygılar sunarım.

2. not ( bu not sizin içindir sevgili okurlar ) : ben ve arkadaşım deniz ( hani ardıç'ın annesi ) bir gün beş yıldızlı otellerde deniz'in şirketi için toplantı yapılabilecek en makul ve güzel yeri arıyorduk. taksim'de büyük bir otelin ( ismini söylemeyeyim ) ilgili müdiresi bizi ağırlarken toplantı salonlarına çıkmak için asansöre bindik. son anda asansöre aynen benim gibi giyinmiş ( siyah balıkçı kazak, siyah dizüstünde kaban, koyu renk denim pantolon, siyah botlar ) oldukça yakışıklı bir adam bindi. şaşkın bir halde kısa süre birbirimize baktık. ben kimseye uzun uzun bakamam zaten ( eğer o kimse fotoğrafta değilse, hatta fotoğraftaysa bile uzun uzun bakamam. beni görüyor gibi geliyor, rahatsız oluyorum ). deniz'le biz çaktırmadan gülmeye başladık. yüksek katlardan birinde adam indi, ben de hemen peşinden seğirttim ( adamın yüzüne bakamıyorum uzun uzun da peşinden koşabiliyorum :-)))) ) ardımdan deniz seslendi " geri dön, biz bu katta inmiyoruz " dedi. müdire hanım da benimle eğlenirken bir de ek bilgi verdi " o bey .....................'ydi. otelimizin sahibi ! "... bir hafta sonra da gazetelerden birinde bu ruh ikizimin sosyetik bir hatunla evlenme törenlerinin fotoğrafı vardı. sonra kendisinden başka haber alamadık. bitti yani. sıkılmıştım zaten. her bakımdan beni taklit eden birisi, ııhh hıh, hoş diiil.

bu arada bir keresinde zürih sokaklarında charlie sheen'i gördüğümü ve bana gülümsediğini anlatmış mıydım size? ama ona da resti çektim, yürümez böyle, bırak peşimi dedim.
bono da ne yazık ki benden rest gören hayranlarımdan biridir. gerçi onu biraz fazla kırdığım için yakında kendisini ziyaret edip " en azından dost kalalım " diyerek gönlünü almaya çalışacağımdır. ne yapayım, huyum kurusun, biraz kaprisliyimdir. bende bitti mi bitmiştir, dönüp arkaya bakmam!

iyi günler diliyorum size
3. ve son not: en yukarıdaki foto keremo'nun daha bir ( 1 ) yaşındayken fotoğraf makinasını istediği ve vermediğim için buhranlara girdiği, afra tafra anında çekilmiş bir görüntüdür. gıdısını yeme isteği uyandırıyor bende feci şekilde. ancak kerata artık yanağına öpücük bile kondurtmuyor, nerde kaldı gıdıdan öpmek? başım ağrıyor.

22 Eylül 2007 Cumartesi

ramazanın gülü güllaç


arkadaşlarım, leziz cumartesiler dileyerek açıyorum köşemi bugün. önce size konu başlığı ile ilgili olayı anlatayım. dün yüksek'le aç bilaç eve doğru giderken nutella mı alsak güllaç mı polemiğinde galip gelen taraf güllaç olunca eve saffet abdullah paketiyle girdik. yemek öncesi hızlı hızlı gullaçı hazırlarken gördük ki fındık, fıstık veyahut ne bileyim ceviz gibi katkı maddelerinin tamamının nesli - en azından bizim evde - tükenmiş. olsun, ramazanın gülü güllaç sade de güzeldir diyerek nişasta yufkalarımıza şekerli kaynar sütleri boca ettik güzelce. yüksek şekeri ve sütü fazla koyduğumuzu düşündü filan. sonra ben tahammülsüzlüğümden kelli güllacı hemen balkona koydum ki acilen pastörize!!! olsun, soğusun. kaynar sütlü halde yenemeyeceğine ve soğumasını beklemeye de sabrım olmadığına göre başka ne yapabilirdim ki? neyse efendime söyleyeyim; yemeğimi zor bitirdim güllaca başlama telaşımdan. balkona gittim, tepsiyi kaptığım gibi içeri girdim. durum 1 - 0. sütler yokolmuş. güllaç sütün hepsini içmiş. neyse daha lezzetli olmuştur, hımmm miss gibi sütlü şekerli yufka derken hemen koca bir dilim attım tabağa. ıh ıhh. yenmiyor. şekeri de az olmuş zaten. zar zor ilk dilimi bitirdim, yanılıyor olma ihtimalini düşünerek ikinci dilimi aldım, o da zorlaya zorlaya bitti. şekersiz, kuru ve lezzet yoksunuydu. tez elden şöyle kıyak bir güllaç gelip du damağımda kalan tatsız hatırayı silmezse artık güllaç yiyemeyecek durumdayım. bir tepsi güllacı tek başına bitirebilecek potansiyelde olan ben güllaç hayatıma noktayı koymak üzereyim. yetişin, barıştırın bizi güllaçla ve yüksek'in bir daha güllaç yapmasına engel olun. yoksa osmanlı'dan kalma bu lezzetli tatlının sonu gelecek, haberiniz olsun ustalar. halk aynen benim gibi güllaçtan soğuyacak. maazallah bu ramazanın gülü güllaç efsanesinin de trajik finali olur yiğitler, davranın. adresi biliyorsunuz, para gönderdiğiniz adres, hemen bugün. zaten siz değilseniz kim, bugün değilse ne zaman?????

ev işi baabında yapmam gereken o kadar çok iş var ki, neresinden başlamalı bilemediğimden hiçbir yerinden tutmuyorum. ortalık hala torba dolu, eşyalar ev sathının dört bir yanına dağılmış. dolaplar olmadığından kelli o çuval cinsi şeyleri kıpırdatmaya da gerek kalmıyor. tiz elden artık yerleşile bu eve ve bu işkence bite. benim gibi obsesif bir kişilik için bu kertede dağınıklık, düzensizlik ne mene bir işkencedir bilir misiniz? dağınıklık düşmanı ben dağınıklığın bir parçası oldum. ruhun ızdırap içinde.

bunun haricinde, mevsim olarak şırıl şırıl terlemediğimiz, serin rüzgarın etrafımızı sardığı, ve benim en sevdiğim mevsimdeyiz. o vakit neden bu kadar sinir olabiliyorum her şeye ve de asabiyim ben? boşver bunlar hepsi bahane değil kardeşim, asabiyim işte.

her daim sinirim tepemde değil elbette ama hanehalkım ve dış mihraklar " sinirküpü " tanımlamasını yapıyorlar benim için, sürekli ve her yerde. onlar sinirlerini aldırmışlarsa ve hiçbir şey umurlarında değilse, gamsız gamsız yaşıyorlarsa ben ne yapabilirim? bu hayatta sinirlenecek bir şey bulamayanlar ya ölmüşlerdir haberleri yoktur ya da sinirlerini aldırmışlardır diş tedavileri esnasında. bunu bilirim bunu söylerim.

hatta konuyu kapayıp gitmeden önce bir anımı daha anlatmak istiyorum; biz bu eve taşınırken ( veya turmanırken mi demeliyim, beşinci kat, asansörsüz ) ellerimde torbalarla kan ter içinde merdivenleri herhalde yirmibeşinci kez arşınlarken kat maliklerinden biri kapısından başını uzattı ve " duvarlara dikkat edin, zarar vermeyin, çizmeyin. düzgün taşıyın eşyaları! " dedi. hasbinallahüvenimelvekil!!! gel de sinirlenme ve " tabi teyzecim, zaten benim bu kule eve taşınma sebebim duvarları korumak, boyaları saymak, yurdumdan, milletimden, özümden çok sevmektir. varlığım bu duvarlara armağan olsun " de diyebilirsen.

hadi dağılın hadi!

20 Eylül 2007 Perşembe

perşembe kerameti

eski bir arkadaşım geldi bugün ofise. epey konuştuk. önümüzdeki günler güzel şeyler getirecek inşallah.

her gecenin sabahı var sahiden, yani galiba. umutsuzluğa kapılmazsak çözülecek herşey zannımca. her şerde bir hayır olduğunu bize işsel fake atan bir beyden sonra anlamıştım zaten. geçen haftalarda cereyan eden ve yine kötü diye nitelendirdiğim ikinci hadise bize HER ŞERDE HAYIR VAAAAAAAR olduğunu anlattı tekrar.

Allah herkese hakettiğini versin diyeceğim, konuyu ramazan-ı şerif münasebetiyle burada keseceğim.

* dün akşam yeni evde ilk kez kaldık. hafif irite edici balkondan gelen hışır hışır kuş sesleriiii ovalaraaaa yayılıııır
* okulda bizimki bugün bizi tanımıyormuş gibi davrandı. olsun biz tanıyoruz onu. ödevlerini yapmıyor. biz de yapmıyoruz.
* dün üçyüz bin ytl'yi tahsil edemedim. ayın dokuzunda da tahsil edememiştim. dokuzunda onbeş ytl, ondokuzunda da on ytl verdi kurum. bakiyeyi sanıyorum yirmidokuzunda alacağımdır. o vakit sizi tanımayabilirim, hazırlıklı olun. kimliğiniz yanınızda olsun manasında değil, siz de beni tanımayın şeklinde.
* zehrişko ya dublin biletine sevinmedi ya da cidden hasta diye sesi telefonda neşesiz geliyordu. valla eğer memnuniyetsizliği sevinç çığlıklarına dönmezse iade etçem biletini görecek gününü. ondan sonra atlasın atının terkisine düşsün peşimize irlanda yolları taştan. tuna, alpler, filan artık evropa'yı dolaşa dolaşa gelir bizim yanımıza, heh hee...
* ufff yeni fikirler benim ne kadar hoşuma gidiyor, en ufak bir yeni proje bile hayata daha sarılmamı sağlıyor. itinayla yeni proceleriniz beklenir efendim.

öperim sizi tek tek

19 Eylül 2007 Çarşamba

haberler


canlarım, fazla vaktim yok. acilen ofisten çıkmam gerekiyor. sizi de habersiz bırakmak istemiyorum. onun için hızlıca sıralıyorum... buyrunuz

1. irlanda biletlerini bugün aldık. inşallah bir aksilik çıkmazsa 25 ekim'de yolcuyuz.
2. keremo dün okula başladı. pazartesi gitmeye ikna edemedik. daha doğrusu biz haftasonu taşındık ya, işte pazar akşamı yorgun argın konuşurken ben keremo'ya " aman da benim oooolum yarın sabah okullara gidecekmiş " dedim. cevap verdi " hııı sen öyle san "... ve gitmedi tabi ki pazartesi. salı günü ağlamasına rağmen anneannemiz, mehmet ve ben tuttuk kulağından okula gittik. nasıl hoşuna gitti, nasıl. çıkışta ağzı kulaklarındaydı. eve gelen herkese " ben bugün okula gittim " dedi.
3. bugün ise beni tehdit etmek için " madem sen benim istediğimi yapmıyorsun, ben de yarın okula gitmiyorum " dedi. eşek.
4. bugün üçyüz bin ytl geliyor. ofisten neden aceleyle çıkmam gerekti sanıyorsunuz :-)))) inanmadınız değil mi? tamam inanmayın siz.
5. imalat sektörü nereye gidiyor memleketimizde? bazı tür imalatlar ( i.e. atık ) aynen devam ediyor da kullanılabilir ürün imalatı konusunda ciddi bir basiretsizlik ve başarısızlık var.
6. lütfen hep iyi şeyler olsun hayatta...

seviyorum sizi canlarım, çarşamba'ya gidiyorum, geleceğim.

17 Eylül 2007 Pazartesi

moloz dökmek yasaktır

canlarım iyi haftalar... ( bu arada telefonla bana moral veren nihayet'e nihayet teşekkür edebiliyorum. bu arada adana seyhan'dan yorum yazan nadide okur arkadaşın da bizzat ve şahsen o olduğundan şüpheleniyorum... )

haftalardır beyninizin etini yemek suretiyle mükerrer şekilde taşınıyoruz feryatlarımdan hepinizi yardıma çağırdığımı anlamadığınız veya anlamıyormuş gibi davrandığınız için dün kendi başımıza taşındık. birinci kattaki mesut evimizden beşinci kattaki kuş yuvasına göçtük. kuş yuvası lafımda ironi aramayın evde gerçekten kuşlar var. çatı katı olduğundan ve çatıdan odalardan birine açılan bir kapının mevcudiyetini farkeden kuşlar evin çatısının batı kısmındaki bir açıklığı keşfetmişler. şimdi o açıklığı iniş pisti, bizim çatı kapılı odayı da apron olarak kullanıyorlar. odayı cuma temizliyorsun, cumartesi sabahına bir çuval güvercin gübren oluyor. galiba ak sakallı dedem bana yeni bir iş alanı verdi. kuş gribi vakaları da hazır küllenmişken bu tamamen naturel gübreyi okutabileceğim merciler var mıdır sizce? hatta işi ilerletip güvercinleri de değerlendirsem ve güvecin çevirme pişirsem? güvercin etinin tadı nasıldır acaba? amaaan bana ne, ben zaten et sevmem. üstelik insan eti dahi yeniyorken uça uça bolca kas yapmış mahlukat ziyadesiyle yenir, di mi ama?

girişimci ruhum yine iş başında, konuyu bu sefer o dağıttı. benim hiç suçum yok! söylemek istediğim şudur arkadaşlar. 7 sene içinde toplam beş kez taşındım, bir evde iki yılı doldurunca ruhum adeta sığmaz oluyor o eve ve yollara koyuluyoruz. tüm taşınmalarda kendi kendime " bu kez odalardaki eşyaları sırayla, sakin sakin taşıyalım, taşıdığımızı hemen yerleştirelim ki en son seferki gibi eşyaları kolilerden çıkarmamız altı ay sürmesin " telkinim yine tutmadı. tek fark bu apartmanda asansör denen icat olmadığından eşyaları büyük boy çöp poşetlerine ( mavi renkli ) ve daha büyük boy siyah polyetilen ( feci kötü kokulu bir naylon cinsi, elinizi sürdüğünüzde de - adeta kanserojen - küçük küçük topçikleri hissediyorsunuz ) çuvallara doldurduk. şimdi bir odaya onları şehir dışındaki boş alanlar atılan molozlar gibi yığdık. içlerinden bir eşya lazım olduğunda parmaklarımızla torbada delikler açarak içine bakıyoruz. aradığımız şey içindeyse deliği büyütüp içinden çekiyoruz. çok rahat oluyor. koliler bu uygulamayı yemiyorlardı.

mutfakta hepinizin evinde olduğu gibi doğalgaz yok. tüple ocak kullanabiliyorsunuz. elektrik kullanırım uyanıklığını düşünmeyin çünkü elektrik de yok. çatı katı olduğu için dolaplar da sığmıyor. tümünü üstten kestirmek gerekecek. çok uzun boylu olmamam sadece burda işe yaradı, maazallah ayaklarımı kestirmem gerekebilirdi veya sürekli çömelerek yürümem, ne sinir birşey. insanın bacakları sızım sızım sızlar.

sağolsunlar bizimkiler " bu ev en üst kat olduğu ve civarda başka ev olmadığı için perde kapatman gerekmez " diyorlar. hoş ben diğer oturduğum evlerde de perde kapatmıyordum, ruhum zaten sıkılmak için bahane arıyor, perde merde uymaz bize. hadi tül denilen ince şey neyse ama öyle kadife, keten ağır perdeler bu bünyede durmaz!

eee, asansör yok, elektrik yok, gübreyi satınalan yok, güvercin çevirme salonuna müşteri gelmiyor, eşyalar dolaplar kurulamadığı için moloz torbaları gibi odalarda bekliyor. biz bu eve nasıl alışacağız???

not: en son 1988 yılında bodrum'a gitmiştim ( üfff neredeyse yirmi yıl olmuş ), tam yahşi'den geçerken " moloz dökmek yasaktır " tabelası vardı. o zamanlar kodadım tdk değildi, moloz kelimesini de birbirimizle dalga geçmek için kullandığımızdan kelli anlamını bilmezdim. hani öylesine dalga geçmek için söylüyoruz sanırdım, işbu sebeple o tabelalar beni çok güldürürdü. hey gidi günler be, o tabelalar bir gün benim gibi mühim bir yazarın konusu olacaklarını biliyorlar mıydı acaba? lütfen relax pozisyonuna geçmeyelim, konuya uygun bir şarkıyla kapanışı yapalım.
... honki ponki torino
şabama mumbo kozizo
muşe muşe kupopo kozizo
çiki çiki şayne çikitaktooo
hiçbir anlamı yok bu sözlerin
sadece rahatlamak için söylerim
haydi geeel beraber söyleyeliiiim ooo...
( ooof , of... acaba hakkatten bize müstehak mı? )

( hala fotoğraf makinasının parçasını almadığımdan evin fotoğrafını çekemedim, aslında belgelemek isterdim. kusura bakmayın, idare ediniz lütfen, sinirlenmeyeyim şimdi )

hadi selamlar, yolu biliyorsunuz, göndermeye gelmesen ayıp olmaz değil mi?



12 Eylül 2007 Çarşamba

hırsım hırsız

( yine levenshtein distance'a atıf yaptım müsaadenizle )

sevgili okurlarım, tatsız bir yazıya hazır olun. isim vermeden sevimsiz bir konu anlatacağımdır. çünkü damarlarıma basılmak suretiyle, muhtaç olduğum kudretin içlerinde dolaşmasına harici bedhahlarım engel teşkil etmektedirler. bu yazının asıl muhatabı; eğer okuyorsan yaptığının iş ahlakına, aile hukukuna sığmadığını düşündüğümden yazıyorum, başka sebep arama.

canlarım, biliyorsunuz geçenlerde bizim bir düğün vardı, çalgılı, oynamalı, göbecikler atılan ( benden asla beklemeyin böyle şeyler, ne zamanki yerebatan sarayı'ndaki medusalar oynar işte o gün benim de oynama, kıvırtma günümdür. oooh yandan yandan ) kınalar filan oldu hatta, yazdım ya. bu gelin hatun - kocası olan çocuktan hazzetmediğimiz için - benle kardeşimi nişan, düğün filan gibi konulardan münezzeh tuttu, müstakbel evine yerleşme konusunda yardımlarımızı " gerek yok gelmenize, yardım edecek bir şey yok zaten ... " gibi cümlelerle savuşturdu. amma velakin gelinlik, kına elbisesi, saç modeli gibi kendi zevkine güvenmediği konularda bizi uğraştırdı ( hoş biz de güvenmeyiz onun zevkine ). kendi başına yapmaya çalıştığı, aklınca bizim burnumuzu sokturmadığı ( içten olmak gerekirse insan elinde olmadan bildiği yol yordamı paylaşmaya çalışıyor, akrabalık bağları sebebiyle. yoksa mecburiyet veya onun bize geçmiş binlerce hakkı olduğundan sanılmasın ) tüm işleri; ev eşyası, alınan malzemeler, gelinlik, ayakkabılar filan gibi tüm konular, gerçekten tüm konular, o kadar ters gitti ki... " neden acaba " diye sormuş mudur kendine? sahte davranışlarımızın sonuçlarını yine biz toplarız ey millet!!! ( durun. bunu latinceye çevirsem, roma medeniyetinden kalma, cicero'nun bir sözü diye inandırabilir miyim sizleri okurlarım " engin bilgi dağarcığım vardır " açısından ? )

biriyle, sevmediğin biriyle evlenmek için tüm gemileri yakıp yıkar mısın? etrafımız, kimseyi dinlemeden, düşünmeden evlilikler yapıp kuyruğunu kıstırıp dönen bunca insanla doluyken hiç ders almadan aynısını bizim de yapmamız mı gerekir? ya da arkadaşlarımızın dediği gibi biz mi fazla değer veriyoruz insanlara? gene kasım ayında ( 2006 ) aynı hadiseyi bir başka hatun yapmıştı bize, saygısızca kapıyı çarpıp gitmişti. sonra o denli abuk subuk durumlar geldi ki kendi başına, şaşırıp üzülmekten bize yaptığından dolayı bunları yaşadığını düşünemedik bile.

peki canlarım, biz safız, fazla değer veriyoruz insanlara... hepsi kabul. peki hırsızın hiç mi suçu yok? kabul edin ya da etmeyin, bu şekil davranan insanlar aslında kendileri kaybediyorlar. bu böyle olmuştur ve olacaktır. i prefer feast with friends to a giant family... jim morrison, canım benim; me too ( eh ingilizce bilgimi de gördünüz, artık bana dışişlerinde bir iş ayarlarsınız sayın büyükelçilerim )

eğlenceli bir yazıda görüşmek üzere, bu bir mezüre. öptüm sizleri en hızlısından. dün akşam çemberimde gül oya dizisinde solculardan birini oynayan tiyatrocu komşumuzla tanıştım. dağılalım hemen, polis gelip bizi tartaklamasın.

aklıma gelmişken; bizim okulda bir hocamız vardı, adı aklımda kalmamış ( 250 yaşına gelin sizin de hafızanızı da görürüz ) işte o hocamız derdi ki " çocuklar bu anlattığım konuya katılanlar el kaldırsın ". sınıfta 2 kişi el kaldırırdı. " peki katılmayanlar el kaldırsın ", sınıfta kimse el kaldırmazdı. sabırlı bir eğitmen olduğundan üçüncü soruyu da sorardı " fikrim yok diyenler " yine kimsede ne bir el kaldırma ne bir ses. bunun sonucunda hocamız " çocuklar sizlerle ben kırk yıllık evli karı kocalar gibiyiz. biri sürekli konuşuyor, diğeri ses çıkarmadan ve hatta dinlemeden gazetesini okuyor. en azından fikrim yok demeye bile üşeniyorsunuz " bunların tümünü kızmadan, masanın bir köşesine usulca oturarak yapardı. çok beyefendi duruşlu biriydi. gerçi itiraf ediyorum bu o hocayı ilk ve son görüşüm oldu. dinlemeyeceğim derse girmeme düsturu edindim o derste. işte aynı sevecenlikle soruyorum yavrularım ( mahsuru yoktur böyle seslenmemin değil mi? yaşıma hürmeten ) neden yorum yazmıyorsunuz? yoksa okumuyor musunuz? en azından " okumuyorum " yazın, rica ederim. bakın sonunda demoralize olacağım göreceksiniz. o olacak yani!!!! hadi dağılın lütfen

11 Eylül 2007 Salı

şaşı bak şaşır







( eskiden bu isimle sunumları yapılan fotoğraflar / resimler vardı hatırlar mısınız? ben halihazırda boyut değiştirmeye meyilli biri olarak hepsinin içinde anında kaybolup ikinci resmi görürdüm. ruhani bir kişiyim mi demek bu acaba? hı doktor beyler ve hanımlar, nedir bu durum? ölecek miyim? yukarıda size bu tür üç resim sunuyorum, gary w. priester'in hazırladığı. bakın bakalım ne göreceksiniz)

bugün fikir sıçramalarım var; buyrun buradan yakın, ya da yakmayın. sigara sağlığa zararlıdır.

* taşınmaktan bahsetmiştim ya. işte o evin boya vesair işleri bitmiş. istediğimiz an taşınabiliyormuşuz. amma velakin " lütfen tüm duvarlar beyaz olsun " talebime selefimiz " lila duvarları beyazla kapatmak için tonla para ödeyemem " diyerek bize morların soylu kasvetini bırakmış. sağolsun. hala bu yeni evden çok umutluyum, belki çok üst katlarda olması ( altıncı katta ev ve binada asansör namevcut. annem geçenlerde bana " o daire en üst katta, binada da asansör yok " dedi. keremo cevabı yapıştırdı " anneanne merdiven yok mu? vaaar. merdivenle çıkarız ! " ) bulutlara elimizi uzatabileceğiz böylece, belki keremo'yla benim ortak bir çalışma odamız olabilme ihtimali bu eve ısındırdı beni. eşya taşımak ve yerleştirmek zahmetli olsa da başlangıçlar neşe veriyor...

* sıkıntı bastığı ve sosyal açıdan kendimi olduğumdan daha güvensiz hissettiğim için gazete haberlerini matbu halde okumayı bıraktıydım ben. amma velakin bu kez de internet üzerinden okuyorum. ne değişti sanki? yine aynı buhranlar, afakanlar basıyor. bugünki haberler tam nightmare on elm street tadındaydı. bahsetmek istemiyorum.

* bir arkadaşımız, deniz karaağaç - ropörtajdan hani, hatırlarsınız; geçenlerde evlendi ve eşi izin vermediği için işe dönmediği gibi telefonla dahi nezaketen bir açıklama yapmadı... çok ayıp. yorum yapmak istemiyorum yine de, amacım kendisini rencide etmek değil, akıl, mantık sahibi olduğunu zannettiğim birinin bu denli anlamsız hareketini doğru bulmadığımı belirtmektir. kuyruğunu kıstırıp dönmek zorunda kalmak da var işin ucunda. kapıları çarparak çıkmamak lazım.. ex nihilo nihil fit deriz biz bu duruma eski roma'da...

* dublin'de hala ucuzundan ve temizinden bir otel bulamadık. zaman daralıyor, saylonlular gelmeden önce boyut değiştirmem lazım. galaktika başlıyormuş, ben sever izlerdim, deneyiniz.
* ünlü birisi kendine altıbuçuk milyara ( yeni parayla altıbin beş yüz ) çizme almış bu kış hiç üşümemek için.

* hala üçyüzbin lirayı buluşturamadım. cumartesi aldığım - utanmadan keremo'ya çektirdiğim - milli piyango biletine onbeş lira çıktı, bileti beş liraya almıştım. bu yolla üçyüzbin lira birikir mi sizce?

* dün akşam bizimki babasıyla bir gezme olayına gitmektense benimle evde kalmayı tercih etti. nasıl havaya girdim anlatamam, tercih ediliyorum yaf!!!

* bu sabah yedibuçuk'ta sokakta scootera binen sadece biz vardık; keremo'yla ben. aslında ben sadece onun peşinde koşuyordum, dörtnala. o kadar hızlı gidiyorki, artık yetişemiyorum. size pazar gününü de anlatmadım değil mi? hımmm, bugün yazmaya çalışacağımdır nasıl zehra'yla benim ömrümüzden ömür gittiğini :-))))

* uykum var, şöyle tepelik yemyeşil bir alana, mesela patrica gibi denize nazır bir yaylaya bembeyaz, her tarafında uçuşan tüller olan bir yatak kurulsa. ipek geceliklerimle ( aslında pamuklu tercih ederim, ama ambiansa uymaz ) gelip yatağıma uzanayım. esintili, serin ve güneşli bir gün olduğu için usulca kuştüyü örtülerime sarınayım ( bu örtülerin hazırlanmasında hiçbir hayvan zarar görmemiştir ).. uyuyayım, uyuyayım. uyandığımda herşey güzelleşmiş olsun, ben, dünya, hayat, hepimiz... hepinizle tek tek tokalaşayım, mutluluğumu paylaşmak adına, vakit nakittir demeden, sakince. adresi veriyorum hemen gelin... tamaaaam, kalem kağıt almanızı bekliyorum adresi söylemeden önce. hepiniz yazan çizen insanlarsınız, neden kalem kaat bulunmaz elinizde her daim anlamıyorum. canım daim çekti şimdi de, ooof of, yaş ikiyüzelli, kilo da aynı. her kelime insana zararlı bir gıda hatırlatır mı ya? neyse ben kaçtım, koşarak. biraz kalori yakayım en azından. sağ üstte hayal ettiğim yatak modeli, altta da aklımda olan yeşillik var. bilmem anlatabiliyor muyum arkadaşlar?

10 Eylül 2007 Pazartesi

homme homini lupus

"ODTÜ’den Prof. Ayşe Karasu’nun şüphesi üzerine, uluslararası elektronik makale arşivi arXiv yönetimi, Türk fizikçilerin makalelerini masaya yatırdı ve 4 üniversiteden 15 Türk fizikçinin toplam 67 makalesinin intihal olduğunu belirleyip dünyaya duyurdu." ntvmsnbc'de yayınlandı bu haber. haberin ana başlığında arXiv'in kendiliginden bunu tespit ettiği izlenimi vardı. detayda ise bir profesörün şüphelenip, araştırıp, haklı olduğunu anladıktan sonra da ihbar ettiği yazıyordu. yorum yapmak istemiyorum, bilgi edinilmeli, birinden edindiğimiz bilginin aynısı kişisel birikimimizmiş gibi ortaya konmamalı. kopya nasıl ecnebi ülkelerde çok mühim ve kişinin eğitim hayatına damga vuran bir suçsa bizde de bunun üstünkörü bir uyarıdan daha vehametle ele alınması konusunda hemfikirim yazıda adı geçen insanlarla. ilave etmek istediğimse; ülkemizde nelerin hırsızlığı yapılıyor, nelerin. inanmazsınız benim bu sefil yazılarımı bile kendileri yazmış gibi gösterenler var. nasıl? inanmadınız mı? iyi peki inanmayın, zaten ben uydurmuştum, daha magazinel oluruz belki, okur sayımız artar diye. kaç kişi olduğunuzu anlamak için sağdan saymaya başlasam yüzük parmağına gelmeden durmam gerekir. asparagas haber istemiyorsanız o zaman okuyucu bulun diyeceğim ve asıl konuya geçiyoruz. buyrun, lütfen rica ederim siz buyrun. herkesin oturacağı yerler isim kartlarıyla işaretlenmiştir. lütfen kendinize ayrılmış bölüme oturmaya dikkat edin.

bu cumartesi hiç işe gidesim yoktu ( her zaman koşa koşa çalışmaya gelirim, bir şevk, bir heyecan... bu cumartesi gelmedi işte ). şöyle kapalıçarşı görmek istiyordum. iş çıkışı gitsek diye konuştuk yükselle. o da rahatsızlanınca vardım eve kaptım keremo'yu. aldık nevalemizi ( marketten süt, su ve kekten mütevellittir nevalemiz daima ) bindik metroya doğru beyazıt. the grand bazaar'a giderken etrafımızdan geçen pek çok araç kerem'in beni öyle kuvvetle çekmesine sebep oldu ki :-) nasıl hızlıca çekiyor " anne kenara gel, araba sana çarpmasın " diye açıklama da yapıyor. seviyor bu çocuk beni.. kapalıçarşı'da dolaşmaya başladık. kuyumcularda bana büyük taşlı ve süper gösterişli yüzükler beğendi. birkaç gün evvel bir ayakkabıcıda onbeş santim kadar topuklu, rugan kırmızı bir ayakkabı beğenmişti de almamıştım. çocuk ihtişam seviyor. malum yüzükler benim bütçemi fazlasıyla aşacağı için " sonra alırız, bir kaç yıl sonra " diye ikna ettim kendisini, bedesten'e yöneldik. bedesten yolunda bir kaç magnet almaya karar verdi keremo. bir, iki derken beş tane cillop gibi, fayanstan bozma magnetimiz oldu. dükkanda çalışan çocuk - yıllar sonra ilk kez sevimsiz magnetlerden beş tane alan birini bulmuş olmanın sevinciyle - bir tane de hediye etti. sırtımızda çantamız ( keremo'nun küçücük sırt çantası, içine ancak cüzdan sığıyor ), elimizde fayanslar mahmutpaşa'dan aşağı inmeye başladık. bizim aval aval etrafa baktığımızı gören esnaf sünnet kıyafeti satmak istedi. keremo da " anne alalım mı hem sünnet olmuş olurum ben " dedi. safım benim. kıyafeti giymenin sünnet olmak olduğunu zannediyor. " babanla gelip alırız bir gün, hem zaten senin sünnet olmana daha var " dedim. bir çeşmede ellerini yıkadı, t-shirtünü ve pantolonunun bir kısmını da. sonra kucağıma gelmeye karar verdi, kalabalıkta etrafı görmüyormuş. kucak yetmeyince de omzuma oturdu. o zaman normal insan boyuna geldi bence, ben kısayım, onca yükle iyice kısaldım. keremo omzuma oturunca etrafı görmeye başladı. hani renkli renkli plastik küçük halkalar satılır ya seyyar satıcılarda; renkli kalemlerle çok süslü çemberler filan yaparlar hatta. onlardan aldık. tüm spor malzeme satanlardan çocuklar için bilekli spor ayakkabı sorduk, yokmuş. bizde mısır çarşısı'na gittik. bizimki hayvan satılan dükkanları önceden biliyormuş, gidip muhtelif hayvan ziyareti yaptık, yavru ördeklerin gagalarını sevdik, yirmi dakika kadar!!!. yavru farelerin tüy, ağız ve ayaklarını da unutmadık. keremo onları da remy zannetti ( bkz. film ratatuy ). almak için ısrar etti de ben sadece remy ile akraba olduklarını, remy'nin mavi ve çizgi film olduğunu anlattım ( nasıl ama çok bilinçliyim değil mi? )

sonra mısır çarşısı'nda keremo oraletleri gördü, biz eve asla almayız. nasıl tanıdı bilmiyorum. hemen bir kaç tane kapıp ağzına atınca mecburen satın alalım dedim. adamlar hediye etmek isteyince " azıcık olsun o zaman " dedim diye nasıl ağlamaya başladı nasıl... başka bir dikkanda da farklı renkte ( kiwili, portakallı, kuşburnulu filan olduğunu söylediler. ama kiwili olan resmen fosforlu renkteydi ) oraletler görüp saldırdı. satıcı yine hediye etmeye kalkışınca mecburen karabiber filan satınaldım bende. mısırçarşısı'na o gün tüm istanbullular gelmişti. çarşıdan yeşilköy otobüs durağına yirmi dakikada ulaşabildik, elli adımlık filan bir yol, bilenler bilmeyenlere anlatsın lütfen. nasıl kalabalık, nasıl alışveriş hadisesi. keremo bu arada kalan oraletlerin olduğu poşete içme suyu ilave ederek kendine ikram etti. bunu nereden öğrenmiş bilmiyorum, biz hiç yapmıyoruz öyle içecekler, cidden. poşetteki tozla su kaynaşsın diye nasıl çılgınlar gibi sallıyordu görmenizi isterdim, sırada bekleyenler stresli; torba elinden kurtulur da üzerimize patlar mı acep şeklinde. yarı uyku yarı uyanıklık modundaki yolculuğumuz benim durağı kaçırma paniğim sebebiyle üç durak önce kapıya yanaşıp keremo'ya şoförle muhabbet fırsatı vermemle eğlenceli hale geldi. tüm düğmelerin ne işe yaradığını öğrendik, komik ve sabırlı bir şofördü. inerken bize iyi akşamlar dediğinde keremo adamı karizmatik bulmaktan vazgeçti; biz eve gitmiyoruz ki. daha galerla ( galerla bizim evde galleria'ya verilen ad )'ya gideceğiz, şoförün haberi yok dedi. şoför bizim herşeyimizi biliyor ya, bunu da bilmeliydi, çok ayıp. galerla'da da ayakkabı bulamayıp süper bır kılıç aldık. gerçek bir kılıç diyor keremo. sonra yol boyunca insanlara batırdık kılıcı, denedik, kimse ölmüyormuş neyse ki bizim gerçek kılıçtan. sonunda ninjayla ben eve vardık, banyo yapma, yemek yeme gibi ritüellerin ardından ikimizde postu yatağa zor attık.

yatmadan önce halkalardan renkli resimler yapmayı denedik, satıcının öyle kolaylıkla yaptığı şekillerin hiçbirini ortaya çıkarmayı beceremedik, eğer trapez, resim, geometri, roket kullanımı dallarının bir veya birkaçında başarılı değilseniz denemeyin derim. seyyarsatıcı kılığındaki ustaları da tebrik ederim, tek tek.

çocukla çocuk olmak yorucu bir iş.
not: foto yok çünkü kendi çektiklerimden başka fotoğraf kullanmaktan hazzetmiyorum. makinamın şarjı olmadığı ve içi de fotoğraf dolu olduğundan yeni foto da çekemiyorum. evdeki kablo kalabalığından sıkıldığım için bir akşam tüm gereksiz (!) kabloları poşete koyup çöp konteynırına attım. mehmet gelince anlattım nasıl o gelmeden hemen ortadan kaldırdığımı, o da gitti kabloları tekrar getirdi. işine yaramayacağını düşündüklerini tekrar attı, bir kısmını da kendine ayırdı. işte o yaramaz dediğim kablolar benim makinamın şarj ve aktarım kablolarıymış. bizim sokakta çöpler her akşam toplandığı için ya gidip halkalı çöplüğünde deneyeceğim şansımı ya da yeni kablo satınalacağım, kimseye çaktırmadan. yani bekleyin derim arkadaşlar. thank you for your patience

7 Eylül 2007 Cuma

bütün işler beni bekler


lisedeyken bir kompozisyon sınavı olmuştuk; konu başlığı " i believe in ... " idi ( burada ugandalı arkadaşımız idi amin'i anımsayalım, tamam bitti konuya dönelim ). konu başlığı bu olunca ben de tuttum tüm inandığım dinsel, düşünsel, yaşamsal kanıtları sıraladım. liste halinde, uzuuun bir kompozisyon verdim. arkadaşlarım çok dalga geçmişlerdi, hatta doruk " kızım sen manyaksın " demişti. sınavdan sadece ben on alınca da " tabi hoca da manyak " demişti. öğretmenlere hiç saygısızlık etmek istemeyiz, bu sözleri kınıyoruz burada! doruk; çok ayıp.

şimdi ne sınav var, ne öğretmen, arkadaşların çoğu dünya coğrafyasının farklı enlem ve boylamlarında. buna mukabil benim hala listelerim var. bunlardan en acil ve sırtımda yük olanını sizlerle paylaşmak istiyorum, müsadenizle;

1. önümüzdeki hafta ev taşınacağı için eşyaları toparlamak

2. yeni eve yerleşmek

3. doktorun istediği ultrason ve sair testleri yaptırmak. korkmadan, mütenasip bir dişçi bulup sinsi sinsi sızlayan sağ üst 20'lik dişi göstermek

4. keremo'ya yine yeniden ( röntgenci kız düzgün görüntülenen bir röntgen olmadığını söylediydi aslında, o vakit hemen yeniden röntgen çektirmek istememiştim ) röntgen çektirmek

5. mümkünse, zatıalim kendimi hazır hissederse rejime başlamak

6. ve hatta yürüyüşe

7. teyzem ve kuzine teşekkür baabında ( bana iki tane çok cici elbise hazırladılar da, söylemesi ayıp ) iki hediye vermek

8. ( az evvel istanbul avrupa yakasının internet bağlantısı kesildi, oysa ondokuz madde yazmış idim vazifelerimi gösteren. nasıl yeniden bulacağım o kelimeleri, gelsin omzuma tünesinler diye, neyse haydi bakalım başlayalım ) yaşını almış amma velakin başını kaybetmiş, kafasız bir amcaya ( kendini genç zannettiği için inadına amca diyorum, yoksa aslında amca değil, henüz kırklarında. ben küçükken kırklar, hatta otuzlar bile çok büyük yaşlar gibiydi. kendim buralara ulaşınca da tornistan durumu. otuzlar da yaş mı? rica ederim ) intikam okları fırlatmak; intikam sever misiniz yoksa bırakır mısınız zamana? ben şahsen kendi göbeğimi kesme meraklısı olduğumdan intikamı da almak lazım diye düşünüyorum. sonra da aklıma gele gele " sandalyesine bally yapıştırıcı sürmek " gibi daha evvel uygulanmamış şahane planlar geliyor. annemler benim hayatta yeteri kadar kötü insanla karşılaşmadığım için, a posteriori ( kendilerince tabi, yoksa hakkımda yapılmış bir deney namevcut ) ruhsal gelişimimi tamamlamadığımı söylerler. oysa yüksel hayatın iniş ve çıkışlarını bildiği için benden daha uyumlu ve hakkından gelebiliyor hayatın, insanların

9. saçlarımı kestirmek

10. dublin otel rezervasyonu

11. uçak biletleri ( keremo, zehrişko ve benim için. mümkünse tek gidiş, kalabiliriz orda yani, problem olmaz. ne yapalım kader böyle istiyorsa icabet lazımdır! )

12. gitmeden evvel otomobil kiralamak ve dublin pass siparişi

13. yeni evdeki ekstra odayı keremo ve kendim için faaliyet yapabileceğimiz, sanatçı kimliğimizi ( bunca zaman oturduğumu evlerin duvarlarında hünerlerimi sergiledim, nedense ev sahipleriyle sanat anlayışlarımız örtüşmüyor. beğenmiyorlar kendilerine armağan ettiğim eserleri :-))) ortaya koyabileceğimiz, tembellik ve buluşlarımızı gerçekleştirebileceğimiz atölyeye çevirmek

14. gidenin ardından metanetle el sallamak



15. geçmişe takılıp kalmamak, bazı şeylerin bitebileceğini, aynı suda iki kez yıkanılmayacağını anlamak

16. aynı suda yıkanmak isteyen olursa " ıyyyy, benim midem kaldırmaz, siz buyrun lütfen " demek

17. burun direğimi sızlatmamak


18. ispanyolca olur, latince olur, arapça olur, yunanca olur. hepsi birden bile olur, farketmez. acilen lisan öğrenmem lazım. kendime ilaveler yapmam lazım. feci şekilde gelişimsiz kalan dimağım açlıktan bildiklerini yemek üzere. bugün yeni birşeyler lazım cancağızlarım, eskileri bitti

19. kendi kendimi hislendirmekten vazgeçmem de lazım. birşeyi düşünür düşünür kendi kendimi o kadar güzel ağlatırım ki, içimi buruştururum. oysa ki öyle yapmamam lazım, kendi kendimizi hislendirmenin hiç anlamı yok. neden böyle yapıyorum bilmiyorum, yaaaaaaa, eskiye ait şeyleri eskide bırak kendim! hatta hemen bırak! zaten eskiden becerebilseydin becerirdin. uzatma, kendini iyice dağıtma.
20. hayatımı toparlamak

21. bir arkadaşım ( zehrişko; böyle isimlere uyuz olurum, uyuz olduğum şeyleri yapmaktan da müthiş keyif alırım. bunca açıklamayı niye yapıyorum biliyor musunuz? beni daha iyi tanıyın diye, yanlış anlamayın diye, karşılıklı iletişimimiz daha sağlıklı olsun diye ) birinden bahsediyordu; büyük bankalardan birinde ifa ettiği görevinden pat diye istifa edip görsel sanatlar dünyasına kendini ışınlayan ama hala " ben neredeyim, doğru yerde miyim, yanlış insanlar mı var etrafımda ? " sarmalından kurtulamamış. Allahım bu bir girdap mı? bizim kuşak lanetli mi? hiç düzelemeyecek miyiz diye düşünüp durmamak. o.p. adlı yaza(mayanımızın )rımızın dediği gibi mutlu olmayı düşünmek mutsuzluk mu getirir acaba
22. bu agresifliğimi ve de depresifliğimi atabilmek için acilen kendimi oyalamalıyım, porselen boyamak olsun, duvar boyamak olsun, ahşap oymacılığı olsun, hangisi olursa olsun... bir tanesi olsun da kendimi oyalayayım. her taşındığımız evde duvarlara bazen şiir yazarak, bazen resim yaparak kendimden iz bıraktım, ev sahipleri pek memnun olmadılar. sanattan anlamıyorlarsa ben ne yapabilirim?

23. belki radikal bir değişikliktir aradığım. cesaretimin bitmediğini, o sathın bütün dünya olduğunu hatırlamamdır.

sizin bugüne kadar yaptığınız en cesurca şey neydi? hadi ama, isim ve yer adı vermek zorunda değilsiniz, yazınızın başına " bunların hepsi fiction, öyle yerler ve kişiler yok, hayal mahsulu " filan dersiniz. ya da madem cesaret sınıyoruz buyrun hodri meydan. hep ben anlatıyorum, biraz da siz anlatın... dinlerim hem de seve seve.

şimdi izninizle kısa bir tercüme işim var, sonra kapalıçarşı tarafına gidip ruhumu eğlendireceğim, akabinde ev toparlama işleri. keremo ile birşeyler yapsak akşama da... yolda içinde ikiyüz bin euro olan bir çanta bulsam. alır mıyım acaba? bilmiyorum, kafam karıştı yine, yüzde atmışım " alamayız, bizim paramız değil " diyor. bakiyesi " belki yüce yaratan göndermiştir, o senin kısmetin " düşüncesinde.

neyse ben kaçtım, konular dağıldı, herkes kendi odasına gitti. hazır ortalık sessizken size elsa'nın gözlerini gönderiyorum. okuyun, beğenirsiniz umarım. ben çok severim. sizi de öperim. iyi haftasonları
not: park görüntüleri yaşamak istediğim kentten. beğendiyseniz siz de katılabilirsiniz ekibe, ipek yolu kervanları şeklinde uzuuuun katarlar oluştursak.. valla güzel olur, tüm olumsuz duygularınızı bırakın, korkularınızı da, paranoyalarınızı, kararsızlıklarınızı bırakın. hatta bırakmakla kalmayın, sandıklara, kutulara koyup üzerlerine kilitler vurun bolca ki geride kalanlara da zarar veremesin bizim bıraktıklarımız. bu memleket de çöplük değil sonuçta. şimdi düşünmeye başlayalım; herkesin sabahlara mutlulukla uyandığı, sorunları çözülmeyi bekleyen olaylar diye nitelendiren, yükselmek için birbirimizi ezmemiz gerektiğini düşünmeyen, pozitivist insanlardan, bizlerden müteşekkil bir toplumuz artık. ne güzel değil mi? düşünmesi bile bu kadar güzelse...

5 Eylül 2007 Çarşamba

narkolepsi

depresif ruh halimi ifade etmek için bu başlığı kullandım. şiddetli bir huzursuzluğum ve uyku halim var. yüz yıl filan uyusam, o evrede herşey değişse, güzelleşse mesela. insan olduğumuz hallerimize dönsek. devlet vatandaşının sosyal müreffehleşmesi için yeterli ve gerekli koşulları sağlamış olsa. keremo dünya başkanı olsa ( heyt be heeeeeyt )... ama öyle parasal, siyasal açıdan filan değil, iyilik, tanzim vesair sosyal ve popülist başlıklarda ipleri elinde tutsa.

arkadaşlarım; ensefalon pıhtılaşması yaşıyorum. biz küçükken annem beyin ( hangi hayvana ait olduğunu hatırlamıyorum, ama herhalde hayvansal kaynaklardan edinilmiştir çünkü sakatatçıdan alınıyordu ) haşlayıp yoğurt veya salata eşliğinde yüksel'e yedirirdi. ben de - hayatını sakatatsız ve anemik geçiren bir ucube olduğumdan kelli - karşılarına geçer hayretle yüksel'in o lokmaları yutuşunu izlerdim. bir kez bile tadına bakma isteği duymadan... ıyyyy. beynimin lapa haline gelmiş olması bana o zamanları hatırlattı.

ne desem bilemiyorum, öyle bir huzursuzluk, öylesine bir kımıl kımıl oynayan bir şeyler var içimde. bebek de beklemiyorum oysa. nedir bu kımıl zararlıları. mamafih beynimde dolaşan da çok karışık fikirler var, onlar da öyle hani sülükler gibi üstüste, dipdibe geziyorlar kafatasımda. bir yanım boşver, pes et, bırak ipleri gitsin diyor. diğer yanım ( aranızdan biri kendisinden bahsettiğimi anlayacaktır ) " saçmalama, sen mücadelecisin, aklını kullan, hem kendine faydalı ol hem çevrene " diyor. narkolepsiğim ben, uyumak istiyorum, sadece uyumak. buna hem isteğim, hem cesaretim hem de gücüm var. ne kadar çok güç gerekir değil mi kendini uyur tutabilmek için!!!

bu kımıldanan şeylerin beni doğru yola çıkarmasını diliyorum, gitmem gereken yönü tayinde bana yardımcı olmasını ve bu süreci en az hasarla atlatabilmeyi diliyorum. aziz vatanın bütün kaleleri fethedilmiş, memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş. hatta iktidar sahipleri şahsi menfaatleri için müstevlilerle işbirliğinde. ihtiyaç duyduğum kuvvet damarlarımda değil, hesabımda göreceğim üçyüz bin ytl'de. sadece üçyüz milyar ( eski parayla ) bunca istilaya, lakrima sarfiyatına son verebilir ( aranızda zengin olanlarınız vardır diye söylüyorum, şöyle altı kişi birleşip - kişi başı elli bin ytl vererek ömrü boyu size dua edecek birini bulmuş olursunuz. üstelik fırsatım olduğu taktirde geri ödemeyi de taahhüt ediyorum ).

kendimi napolyon gibi hissediyorum, son derece paraya odaklanmış. hani bir ingiliz kumandan savaş öncesi " biz şan, şeref, gurur için savaşıyoruz. siz ise sadece para için " dediğinde napolcüğüm yorum yapmış ya " herkes kendisinde olmayan için savaşır " demiş. aynen kendisine katılıyorum, aklım başımda ( hamdolsun verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete. yıllardır en sevdiğim ramazan duasıdır kendileri. bu arada kendimi ramazanda cok mutlu hissederim, hafiften tatile çıkmış gibi hatta ), sevdiklerim de etrafımda ve sağlıkları iyi. sadece para konusunda noksanım. üçyüz bin ytl bulmak için süre de çok kısıtlı, nasıl olsa devlet garantisinde olduğu ve sizin paralarınız aynen korunacak olduğu için banka soymayı bile düşünebilirim, düşünebilirim de plan yok aklımda. üstelik yemek yaparken kullandığım bıçak harici silah kullanmayı da bilmem. bilgisayar kompetanı da değilim hesabıma transferler yapayım. şanssızım dostlarıııım, şanssızım şanssııııııızzzz.

iki hafta içinde nereden bu kadar para bulabilirim? fikri olan varsa hemen konuşsun, fikri yoksa bizi takip etsin, belki bize yardım edecek biri ona da yol gösterici olur. fikri olup konuşmayan ise kendini atsın köprüden vicdan azabıyla. çok kritik bir noktadayız ve acil yardım gerek. daha ne diyeyim. bu meblağ the wakaya club'da bir kaç güne veya the chanel "diamond forever" classic çantaya gitmeyecek, inanın. çok hayırlı ( en azından bizim için ) bir işte kullanılacak. amel defterinizin kapanmamasını sağlayacak ( inşallah tabe :-))) bu kısmından çok emin değilim. zekeriya beyaz'a bir sorun derim. bu konuyla ilgili yazmak istediklerim var fakat cevap hakkı doğmaması baabında susuyorum, isterseniz buluştuğumuz bir gün irdeleyebiliriz. bu arada fan klüplerim hala kurulmamış, her an gücenebilirim haberiniz olsun. şarkıcıların dahi var da benim gibi bir yazıcının namevcut, pes yani. melül melül bakan fotoğraflarım yok diye böyle davranıyorsanız çocukken denize koştuğum bir anda çakilmiş ve gayet bayat balık gibi baktığım mayolu fotoğrafımı gönderebilirim. hatta başka da uyurbakar fotoğraflarım var ). helena rubinştayn'ın adıyla, sevgili kemal kenan ergen'i de selamlayalım burada.

ooooof canlarım bu yazıları barbados'ta sizler için araştırma yapıyorken, kendimi size faydalı olmak için araştırmalara vermişken ( hani dünya milletleri ne yer, ne içer, nasıl eğlenir ve de dinlenir, gerçekten yemekler lezzetli, içecekler soğuk ( içecek dediğin soğuk olmalı, ben ve bünyem sıcak şeylerden hazzetmeyiz. canım asla sıcak bir bardak çay istemez, kolombiya kahvesindense küba purolarını tercih ederim ) mu? değil mi ama? o turizm fotolarında gördüğümüz yerler gerçek mi, fotoshop mu? aslında benim bu şekil procelerim de vardı, okuldan bir arkadaşa yıllar evvel demiştim " mizah dünyası ve dünya mizahı " adında bir program yapalım hemi gezelim hemi eğlenelim, hemi de bilgilenip bilgilendirelim şeklinde mesaj kaygılı bir teklif yapmıştım. kabul edilmemişti. bunda medyatik güzel olmamamın da etkisi vardır herhalde. olay gördünüz mü yine benim çocukluktan kalma mayolu fotoğrafıma tekabül ediyor. en sonunda yayınlatacağım şunu doğan medya grubunun bir organında.

eveeeet, bunca haticeden geleceğim netice şudur arkadaşlar; cidden üçyüz bin ytl'ye ihtiyacım var... iki hafta içinde. nasıl bulabilirim? siz olsanız nasıl bulurdunuz???

essah olaraktan hepinizi öperim. sanal değil hemi de, gerçek, şapır şupur. vaktim var, daha önceki yazılarımdaki gibi alelacele veda etmeyeceğim bu kez. özenli ve sizlere yakışır bir uğurlama yapacağım. siz buna layıksınız, hatta daha iyisine layıksınız. Allah ne muradınız varsa versin ( kabul ediyorum oligarşik karizmayı dağıttım, ne kadar zordayım anlayın. ciddi bir sedasyona ihtiyacım var ), Allah sizi korusun, kem gözlerden ve başka yazıcılardan sakınsın. hep benim yazılarımı okuyun, o kadar beğenin ki hesabıma para yatırma ihtiyacı hissedin. hipnozlayayım ben en iyisi sizi, şu kelime hemen sizi eft yapmaya itsin " bal - kadabraaaaa " ( winnie'den alıntı ). ne karşı hesap numarası mı? hımmm bunu hiç düşünmemiştim, adımı yazınca gelmez mi? benim hesabım yok,o açıdan :-P

tamam, buldum. şuraya yollayabilirsiniz: barış manço moda seksenbirbinüçyüz istanbul... hadi pamuk eller cebe

3 Eylül 2007 Pazartesi

muson düğünü


çok güzel bir filmdi, neşeli, rengarenk. yıllar önce seyretmiştim. dün bizim kuzinin düğünü vardı, teknik olarak bir hint düğününe benzemiyordu bizimki, yine de konu başlığı oldu bence.

düğünün kına gecesi vesair gereksiz detaylarından bahsetmeyeceğim ( düğün fikrine alerjim var, ve hatta kına gecesine. doktor yasakladığı için ikisi de olmaksızın evlendim ben, nikah sonrası da hemen olay mahallinden uzaklaştım ) gerçekten beyhude eylemler bence, kına da çok lüzumsuz, avuç ortasına lök diye kahve/kızıl bir iz yapılması. estetiksiz. toplanıp göbek atılması hücceten fenalaştırıcı. düğün dersek; tipik göbek, halay, pasta, iki üç baton sale ( susamlı çubuk krakeri birkaç parçaya bölüp tabağınıza koyup getiriyorlar artık, baton sale yok) ve şeker ile asit bileşiminden oluşan limonata ( şimdilerde kutuda sole veya vole gibi enteresan markalı meyva suları getiriyorlar ) dan mütevellit. polonya halk dansları figürlerini anımsatan kol hamleleriyle gelinle damat pasta ve limonata hüpletirler birbirlerine. ıyyyyy ıy. bart'ın kıymık ve tırmığı resmen.
bunların neresi bizim adetlerimiz, atalarımız şamanistken mi böyle ananeler oluşturmuş, islamiyet sonrası mı? kutadgu bilig mi yazar bunları çelebi mi? çalsın davullar, gümbede güm güm, eşlik etsin zurnalaaaaaar dürülü dürülüüüü. kulak zarın patlamazsa para yok. oynamayı sevmiyorsan düğün boyunca hoplayanlara bak bak öğren.

neys, uzattım, benim konum bu değildi. düğün veya evlenme ritüeli esnasında en çok gelinin anne ve babası, hatta daha ziyade babası " terkedildim terkedildim " şarkısını söylüyor. dün hepimiz hislendik, aslında ben geline değil, babasına hislendim. sonra aklıma kendi evlenmem geldi ve farkettim ki seza'nın verdiği aşırı doz insidon sayesinde nikah günümü tül perdenin arkasında izlemişim. her şey flu, herşey dönüyoooooor, dünya durmadan dönüyor dönüyor, yalnız dönmeyen bana sensin, bekliyorum ah neredesin. babam mutlak surette duygulanmıştır, kendisi her an hazır zaar hislenmeye ( kime çektiyse artık? ). biz küçükken anneanneme gittiğimizde ille gece de orda kalmamız için ısrar ederlerdi, biz çocuk kısmısı çok meyilliydik zaten bu duruma da annem de pek temayül görülmezdi. öyle tuhaf gelirdi ki annemin " yok eve gitmemiz gerek " demesi. o ev annemin de eviydi bana göre. ille de diğer eve gitmek için ısrarcı davranmasını anlayamazdım. ta ki kendim de evlenene kadar. yeni evli olduğumuz sıralar ( neredeyse yedinci sene bitecek, eskidik artık ) her akşam annemlere gitmek isterdim. mehmet surat asardı, her akşam her akşam ne işimiz var diye, evde üstümü değişip, ayaklarımı uzatmak istiyorum diye söylenirdi. zaman geçtikçe, evde yapmam gereken iş miktarı arttıkça ( mehmet biraz dağınık da söylemesi ayıp ) annemlere gidelim tutturmalarım azaldı. eve gidip yayılmak gerçekten güzel fikirmiş, çok geç anladım. hele keremo'dan sonra akşamları onunla boğuşmak ( iki azgın kurt şeklinde ) veya sarılıp uzanmak daha keyifli geliyor. misafirliğe gitmek fikri ise yorucu. gerçi annemler misafirlik sayılmaz sayılmasına da bir de benim hemen üst baş değiştirme hastalığım var. sanki tüm mikroplar ve mikrocosmos bende buluşuyor, onların tırmanmalarından kurtulmak için hemen o günki kiyafetlerimi çıkarmam ve steril ev koşullarına uygun giysileri giymem gerekiyor. buna bir de yapılması gereken ev işleri ( yemek, ütü, çamaşır vs. ) de eklenince değmeyin insanın keyfine. evde olmak ve bunları yapmak istiyorsunuz... su uyur, vazife uyumazzzzzzzzz.

ilk zamanlar o kadar ev işlerine de titizleniyordum ki mehmet'in bir kaç kez beni - kendince - eğitime tabi tutması gerekti. kendileri ortalık dağılmış, kirlenmiş, ev başını almış gidiyor gibi konuların uhrevi alemle ilgili olduğunu, bu hayatta böyle söylemlerin dayanağı olmayan cümleler olarak uzaya savrulup gittiğini düşündükleri için bünyelerinde titizlik gibi bir mevhumu da barındırmıyorlar. çıkarılan kıyafetler evin muhtelif köşelerinde sergileniyor. satılan satılıyor, alınmayanı da bir toplayan çıkıyor elbet. toplayan olma şansını da hep bana veriyorlar. ne güzel değil mi?

yine konu dağıldı, işte bizim ev de aynen böyle dağınık her zaman. acaba aslında ben mi dağıtıyorum, kerem ve mehmet değil de????? söylemeye çalıştığım şudur ki insan bir süreliğine bile olsa başka bir evde yaşarsa orayı mekanı olarak benimser. tuhaf bir cümle oldu farkındayım ama habitat demek istedim, anladığınızı düşünüyorum ve anlayışınız için çok teşekkür ediyorum. çok da kibarım, iyi dansederim :-)))

mustafa amca haklı, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bizim kuzin artık mustafa amca'nın kızı değil kocasının karısı olacak. cümleler ona göre söylenecek filan. üfff buradan bakınca çok zor geldi. acaba mehmet, ben ve keremo ayrı evlerde mi yaşasak? keremo benimle kalsa ya da? evlenmek zor birşey, idame ettirmek daha da zor. ne mene olduğunu bilmediğin ( iyi olmasını umduğun ) biriyle ortak zeminde yaşam kurmaya çalışmak, bunun için kendi öz ailenden vazgeçmek ( bilfiil alltogether matilda hayatından uzaklaşıp, çekirdek aile yaşantısına kaymak ) sıkıcı bir iş. yani evli olmanın insana ciddi bir katkısı yok. örf ve adetlerimize uygun olarak aileye küçümenlerin katılması dışında ekümenik bir yarar sağlamıyor. biraz omuzlarınıza yük biniyor, kendi hayatınızdaki sorunlar dışında bir de hayatınızdaki kişinin de sorunlarının birazını yükleniyorsunuz, nasıl güzel değil mi? eeee, evli insanlar kulübüne dahil olmanın bedeli var, insanlar güzelleşmek uğruna nasıl bıçak altına yatıyorlarsa, bu kasta yükselmek için de bir ödün vermek gerekmez mi? yaşasın evlilik!!! nikah masasınaaaa oturdun işteeee ( ümit besen abimizin iç parçalayıcı parçasıydı zannımca. bu arada geçenlerde levenshtein distance diye bir hipotez olduğunu öğrendim. bu meyanda acaba besen ile beste, basen, desen gibi kelimeler alakalı mıdır? ek bilgi bunlar, okumasanız da olur )

arkadaşlar, en güzeli, şimdi aklıma geldi ve ilk kez sizinle paylaşıyorum; bireysel yaşam planı. herkes kendi hayatını sürsün, kimse kimsenin özgürlük alanına karışmasın, herkesin kirlisi kendi evinde dursun. arada öyle temiz temiz kıyafetlerle buluşalım. evlilik zor zenaat, bir de aileler üzülüyor, gerek var mı bunca çileye?

hadi hemen bekarlık özgürlüktür günlerimize dönmeye, su çok güzel siz de gelin
not: fotoğraf muson düğününden de değil bizim düğünden de. evliliğin cazibesini arttırması bakımından kullanılmıştır sadece. bir kaç çiftin dahi evlenmeye ikna olması fotoğraf seçimindeki başarımızın teyidi olacaktır! frankenstein'ın gelinidir kendileri.