22 Eylül 2007 Cumartesi

ramazanın gülü güllaç


arkadaşlarım, leziz cumartesiler dileyerek açıyorum köşemi bugün. önce size konu başlığı ile ilgili olayı anlatayım. dün yüksek'le aç bilaç eve doğru giderken nutella mı alsak güllaç mı polemiğinde galip gelen taraf güllaç olunca eve saffet abdullah paketiyle girdik. yemek öncesi hızlı hızlı gullaçı hazırlarken gördük ki fındık, fıstık veyahut ne bileyim ceviz gibi katkı maddelerinin tamamının nesli - en azından bizim evde - tükenmiş. olsun, ramazanın gülü güllaç sade de güzeldir diyerek nişasta yufkalarımıza şekerli kaynar sütleri boca ettik güzelce. yüksek şekeri ve sütü fazla koyduğumuzu düşündü filan. sonra ben tahammülsüzlüğümden kelli güllacı hemen balkona koydum ki acilen pastörize!!! olsun, soğusun. kaynar sütlü halde yenemeyeceğine ve soğumasını beklemeye de sabrım olmadığına göre başka ne yapabilirdim ki? neyse efendime söyleyeyim; yemeğimi zor bitirdim güllaca başlama telaşımdan. balkona gittim, tepsiyi kaptığım gibi içeri girdim. durum 1 - 0. sütler yokolmuş. güllaç sütün hepsini içmiş. neyse daha lezzetli olmuştur, hımmm miss gibi sütlü şekerli yufka derken hemen koca bir dilim attım tabağa. ıh ıhh. yenmiyor. şekeri de az olmuş zaten. zar zor ilk dilimi bitirdim, yanılıyor olma ihtimalini düşünerek ikinci dilimi aldım, o da zorlaya zorlaya bitti. şekersiz, kuru ve lezzet yoksunuydu. tez elden şöyle kıyak bir güllaç gelip du damağımda kalan tatsız hatırayı silmezse artık güllaç yiyemeyecek durumdayım. bir tepsi güllacı tek başına bitirebilecek potansiyelde olan ben güllaç hayatıma noktayı koymak üzereyim. yetişin, barıştırın bizi güllaçla ve yüksek'in bir daha güllaç yapmasına engel olun. yoksa osmanlı'dan kalma bu lezzetli tatlının sonu gelecek, haberiniz olsun ustalar. halk aynen benim gibi güllaçtan soğuyacak. maazallah bu ramazanın gülü güllaç efsanesinin de trajik finali olur yiğitler, davranın. adresi biliyorsunuz, para gönderdiğiniz adres, hemen bugün. zaten siz değilseniz kim, bugün değilse ne zaman?????

ev işi baabında yapmam gereken o kadar çok iş var ki, neresinden başlamalı bilemediğimden hiçbir yerinden tutmuyorum. ortalık hala torba dolu, eşyalar ev sathının dört bir yanına dağılmış. dolaplar olmadığından kelli o çuval cinsi şeyleri kıpırdatmaya da gerek kalmıyor. tiz elden artık yerleşile bu eve ve bu işkence bite. benim gibi obsesif bir kişilik için bu kertede dağınıklık, düzensizlik ne mene bir işkencedir bilir misiniz? dağınıklık düşmanı ben dağınıklığın bir parçası oldum. ruhun ızdırap içinde.

bunun haricinde, mevsim olarak şırıl şırıl terlemediğimiz, serin rüzgarın etrafımızı sardığı, ve benim en sevdiğim mevsimdeyiz. o vakit neden bu kadar sinir olabiliyorum her şeye ve de asabiyim ben? boşver bunlar hepsi bahane değil kardeşim, asabiyim işte.

her daim sinirim tepemde değil elbette ama hanehalkım ve dış mihraklar " sinirküpü " tanımlamasını yapıyorlar benim için, sürekli ve her yerde. onlar sinirlerini aldırmışlarsa ve hiçbir şey umurlarında değilse, gamsız gamsız yaşıyorlarsa ben ne yapabilirim? bu hayatta sinirlenecek bir şey bulamayanlar ya ölmüşlerdir haberleri yoktur ya da sinirlerini aldırmışlardır diş tedavileri esnasında. bunu bilirim bunu söylerim.

hatta konuyu kapayıp gitmeden önce bir anımı daha anlatmak istiyorum; biz bu eve taşınırken ( veya turmanırken mi demeliyim, beşinci kat, asansörsüz ) ellerimde torbalarla kan ter içinde merdivenleri herhalde yirmibeşinci kez arşınlarken kat maliklerinden biri kapısından başını uzattı ve " duvarlara dikkat edin, zarar vermeyin, çizmeyin. düzgün taşıyın eşyaları! " dedi. hasbinallahüvenimelvekil!!! gel de sinirlenme ve " tabi teyzecim, zaten benim bu kule eve taşınma sebebim duvarları korumak, boyaları saymak, yurdumdan, milletimden, özümden çok sevmektir. varlığım bu duvarlara armağan olsun " de diyebilirsen.

hadi dağılın hadi!

Hiç yorum yok: