26 Temmuz 2007 Perşembe

newton eksik bulmuş


bazı sabahlar uyandığınızda kendinizi olduğunuzun on katı daha ağır hisseder misiniz? veya yerçekimi sizi her zamankinden daha çok yere yaklaştırır mı? işte tüm bunların çözümü diye sunabileceğim birşey yok elimde. bu fazlara çözüm bulmak için bu yazıyı okuyorsanız sonunda bana veciz sözler sayma ihtimaliniz olduğundan okumayı burda kesin. yok aklımdan geçenleri öğrenmek istiyorsanız; buyrun işte...

günlerdir ( hatta aylardır ) üstüste negatif iyon yüklü haberler alıyorum. pek çoğunda kişisel yağmurlarım yağıyor ( çok sulugöz olduğumdan bahsetmiştim ya ). bu hafta hergün, üstüme üstüme flash haberler geldi, ama nasıl flash nasıl flash anlatamam yani. dün duyduklarıma üzülmem bitmeden bugün yenileri gelince artık kendimi beton külçesi gibi hissettim. ne yapsam kaldıramıyorum, ıh ıhh, yok, yürümek istemez bacaklarım, kollarım kalkmaz, sırtım yatağa montelenmiş. bu esnada tek güzel şey camdan gelen hafif rüzgarın benim minik kuşumu ürpetip bana doğru sokulmasını sağlamasıydı. geldi koynuma, bir kedi yavrusu gibi sığınıverdi. nasıl güzel kokuyor, nasıl anlatamam. az sonra uyandı ve " suuuu, anne suuu " dedi. suyumuz hep küçük pet şişede yanımızdadır. kapağını açtım ve uzattım.

teşekkürünü veriyorum " sen ne biçim annesin, ben sana suyu ver dedim, kapağını aç dedim mi? ne demek istediğimi anlamıyor musun? " baktım iş uzayacak, usulcacık giyindim, salonda, bir rüzgarla karşılaşabilme umuduyla uyuklayan mehmet'e " keremo seni çağırıyor " dedim. mehmet yanına gidince de benim küşük böcüüüm sustu. betondan gövdemi sürükleye sürükleye işe geldim.

aslında bu kertede pessimist bir yazı yazmak istemiyordum, iş komşularım isteyince yazayım dedim. arkadaşlar; küçük mutsuzluklar birikiyor da ( eskiden barajlarda da birikirdi, tevellütü eski olanlar anımsar ), mutluluklar neden birikmiyor? yok mu öyle bir banka, iktisadi mevhum filan?
" getirin küçük mutluluklarınızı, üç ay sonra nurtopu gibi iki katı mutluluk verelim size? "
" haydeee, mutluluk biriktirici geldi hanııım. yok mu tasarruf ettiğiniz mutluluklar, sizin adınıza çoğaltalım ? "

beton gövdemle işe gelince, aldığım haberlerin ve ağır gövdemin yoğun baskısı sonucu yeniden musluklarımı açtım. yarım saat kadar o sular öyle boşa aktı gitti, yanaklarımı,
t-shirtümü ıslattılar. sonra bir ferahlama, bir ferahlama. şimdi zıp zıp toplar gibiyim desem inanın yani. ya da inanmayın, bilemiyorum. kendim küçücüğüm, sorunlar büyük. devler ülkesindeki gulliver gibiyim. size anlattığıma bakmayın, siz yabancı değilsiniz diye :-) çözümü kendim bulmalıyım, hatta kendimde bulmam daha iyi olur. şu satürn transitinden bir an evvel çıkmak lazım.

yaz geldi ve bütün ecnebi ülkelerde yaşayan akrabalar, tanıdıklar yurda geldiler. bir kısmı tatilini tamamlamış, dönüş hazırlıklarında. henüz hiçbirini ziyaret edemedim; yooo pardon bir aileyi ziyaret ettim. artık onlar diğerlerine anlatsın. çünkü bu görülmez ve duyulmaz adam halime bir süre daha devam etmek niyetlisiyim. kendim bile bünyeme fazla geliyorken başkalarını da düşünmeye bu naçizane kafatasım, ansefalim yer bulamaz. çok dolu olduğundan değil, sadece dağınıklıktan. toplamak lazım, lazım da kafamı toplamak dolabımı toplamak gibi değil ki! hepsini yere dök, tasnif et et yerleştir. öyle değil işte.

siz çok ağırlaşınca ne yaparsınız? nasıl toparlarsınız kendinizi? ya da iyice mi dağıtırsınız?

size anlatmadığım bir ağva seyahatim olduydu benim, sakladığımdan değil. konu oralara gelmedi. haziran 20'de mehmet bir antep seyahati yapmak durumunda kaldı. akşam saat onda gelip keremo'ya " oğlum ben antep'e gitmek zorundayım " dedi. keremo " ben de geleyim baba " dedi. yazın en sıcak günlerinden birini yaşadığımızdan " keremocum, olmaz annem, sen gitmesen daha iyi " dedim ( mantıklı anneyim ya ). mehmet " aslında götürsem mi ? " diye bana sorunca keremo " anneme yavaşça ne söylediğini duydum " dedi. mehmet sordu " ne dedim oğlum? ". keremo cevap verdi " sen ne dediğini biliyorsun!!! " odasına seğirtti ve kurbağa çantasını peşinde sürükleyerek yanımıza döndü " ben de geliyorum, hazırım " dedi.

( pasif ) anlayışlı anne-baba modelleri olarak gülümsedik, oğlumuza sarıldık. ben duygulandım, gözlerim doldu ( zaten hazırlar sululuk moduna geçmeye ). giysi vesair malzemelerini hazırladım ve benim küçük böcüüüm çarşamba akşamında pazar akşamına dek sürdüreceği seyahatine başladı, benim dört günlük saltanatıma da start vererek.

arkalarından ( küçük bir kap dolusu ) su döktükten sonra eve döndüm. yıkanmış çamaşırları astım. sonra öylece kalakaldım. bir süre evin içinde dolandım. biraz ütü yaptım, onları yerleştirdim. sonra bişeyler okudum. ıhh ıhhh, zaman geçmiyor. uyuyayım en iyisi diyerek yattım uyudum. ertesi gün bol bol telefonda konuşurum hayaliyle aradım ama bizim küçük bey " arabalara bakıyorum " bahanesiyle konuşmadı benimle. nasıl refüze oldum, nasıl. trip yapacak kimse de yok, kendi kendine de trip yapılmaz ki canım. neyse, perşembe akşamı dayımın ( ve eşinin ) yeni doğan bebeğine hayırlı olsun demeye gittim ( bebek 4 ayını doldurmuştu, biraz ayıp oldu gerçi ). eve döndüm, bir önceki akşamki yıkanmış çamaşırları ütüledim, yerleştirdim.. televizyonu karıştırdım, yok, bir şey yok, yapacak bir şey yok. uyudum. cuma günü bizim zehra ile tatil planları yapmaya başladık, gün içinde mobil halde olmam gerektiğinden ( sonra size başka bir yazıda anlatmayı planladığım, epey bir zamanımı uğruna heba ettikten sonra asıl yüzünü gördüğüm bir cins-i latifle birkaç yere gitmek durumunda kaldım) düzensiz iletişim kaynaklarıyla buluşma noktası koordinatı ayarladık; araba kullanma özürlü zehra'larının evinin bahçesi :-)

zehra'ya " sabah 7'de hazır ol " dedim amma velakin kendim 7:30'da uyandım. üstelik anadolu yakasına vapurla geçmek için iskeleye gittiğimde olağanüstü güzel bir vaporetto gördüm vee bir kaç fotosunu çekmek üzere telefonumu çıkardım, o vapuru kaçırma pahasına. işte o an farkettim kiii telefonum kapalıymış. o ana kadar oooh, mis zehra da uyanmamış demek ki, uyansa arardı söylemiyle kendimi rahatlatıyordum. telefonu açar açmaz mesajlar ve hemen akabinde " geldiğin an seni öldüreceğim " tehditleri aldım. pişkince " zehra hemen kapat, ben seni arayacağım " atlatması yapmak zorunda kaldım. ne yani o devasa gemi kütlesini konuşurken çekemeyeceğime ve zehra ile iki dakika sonra da konuşabileceğime göre haklı değil miyim bu talebimde?

bol fotodan sonra hemen iskeleye koştum, bir sonraki vapura yetiştim. üsküdar'a yanaştık. zehrişkoma çok güzel ve büyük bir demet lilalı - beyazlı - morlu çiçek aldım. çengelköy'e doğru yola koyuldum. zehra'lara ulaştığımda sabah saat 8:30'du. ters yönden gelen bir motosikleti gören trafik polisi cadde ortasında aynen şu anonsu yaptı: sen ters yönden mi geldin? ( lütfen bunu sesli olarak ve ağzınıza elinizi megafon misali yaslayarak okuyunuz )

motosiklet sürücüsü cevap verdi : hayır abi
polis : haaa, demek benim gözlerim bozuk. ben bugün bir doktora gidip gözlerime baktırayım.

işyerini açmakta olan manav, ben, minibüs şoförleri, gülmekten harap düştüktük. megafonla yapılan muhabbete bakın ya, güzel yurdum benim.

neyse efendim, zehracım sabah 7'den o saate kadar arabanın içinde beni beklemiş, gittiğimde biraz ( hatta daha fazla ) sinirliydi. çiçekleri verdim. barıştık, yola çıktık. hemen benzin ve açlıktan ölmemek için yiyecekler aldık ( taaa yeni gine'ye gidiyoruz, yol uzun tabi ) neyse şile'yi geçip ( keşke şili olsaydı ) ağva yoluna girdikten sonra ( şarkı söyleye söyleye geçtiğimiz mis gibi orman yolları bu arada, yol tünel gibi ve çatı da ağaç dallarından müteşekkil , kıskandırmak gibi olmasın ) hemen sağa çekip kahvaltı pikniği yaptık. açlıktan ölme riskini başımızdan savdıktan sonra konaklayacağımız tesise gittik. neyse ki tranquilla'daki kahvaltı servisi bitmemişti. sandviçlerle geçiştirdiğimiz açlık nöbetimiz geri döndü ve oturup bu kez de mükellef bir kahvaltı ziyafeti çektik kendimize.

hemeeeeen deniz bisikletine atladık, vıınnnnn karadeniz. o kadar serin, böcekli ve tuzluydu ki ( tadına da baktık mecburen, madem içine girios tadını da bilmek lazım diye ). iki atlı resmen çocuklardan da şendik. çok güzeldi çooooook. sakindi kumsal. az insan, güneşli hava, karnımız tok, serin deniz. ohhh missss yani.

akşam dönüşte ( ben yine acıkmıştım da, o kadar yüzme, güneşlenme, deniz bisikleti maceramız ve konuşma, gülme acıktırıyor beni, ne yapayım? ) göksu'da biraz dolaştık süper yunus bisikletimizle. saat 7'de sofra başındaydık. 8'e doğru başlangıçlar geldi. 9'a doğru ana yemek. sofradan kalktığımızda diğer konuklar yeni yeni masaları dolduruyorlardı. ağva'ya indik, iki dakikada ortalığı kolaçan edip tranquilla'ya döndük veeee günün en güzel anı; hamak boş :-))))))) hemen kurulduk tabi, zehra üşüdüğü için bir hırka bulduk ona, geceyarısına kadar sürecek felsefe, gevezelik, dedikodu, mistik güçler, seri katiller ve envai konu başlığıyla bezeli konuşmamıza başladık. sofradan kalkan konuklar hevesle parsellediğimiz hamağa doğru geliyor, karanlıkta bizi göremedikleri için heyecanla başladıkları yönelme, biraz yaklaşıp bizi farkettiklerinde ani istikamet değişikliğiyle sonuçlanıyordu. yıldızlar ( yıllardır görmediğim büyük ve küçük ayıya da rastladım orda, hani ilkokul kitaplarımızda anlatılırdı ya, işte onlar hala varlar ve çok güzeller ) hava ve çimlerimiz o kadar güzeldi ki, vadim o kadar yeşildi ki...

geceyarısı sızlayan omuz, sırt ve bacaklarımızı da alarak, klimasızlıktan sauna ambiansı sağlayan odamıza gittik. kalın kumaştan cibinlik kendimizi iyica kapana kısılmış hissettirdiğinden kurda kuşa yem olma riskini göze alıp nefes alabilme şansını seçtik. sabah uyandığımızda her yerimiz hala ağrıyordu, sinek, böcek ısırığını kontrol etmeksizin hemen yunus bisikletimize koştuk, denize gittik. karadeniz daha da serindi ve böcekler gitmişti. ancak pazar gününden faydalanmak isteyen yüzlerce insan doldurmuştu kumsalı ( bize özel bir yer olduğunu bilmediklerinden olacak, ayıp olmasın diye ses çıkarmadık ). biraz sonra yine acıktığımızdan hemen geri döndük, kahvaltımızı ettik. sinirli halimiz geçti ( ben açken çok sinirli olurum da ). toparlanıp yola koyulduk. kaza tehlikesi atlattık, ama zehra onun tehlike olmadığını kazanın bizzat kendisi olduğunu iddia edip durdu. kaza dediği şey yanımızdan geçen minibüsün uyarı kornası çalmasıydı. dondurma yiyerek ve bildiğimiz tüm şarkıları katlederek geldik. bizim pamuk prensesi evine bıraktım ve dahi arabasını da. üsküdar'a beni bırakmaması ve kendimin bu transport işini halledebileceğime dair hasan amca'yla ufak bir polemik yaşayarak ( hasan amca olayı kuşak çatışmasına bile getirdi, bu arada inanın kendisi 5. kat balkonundan bahçedeki bana sesleniyor :-))) üsküdar'a sağsalim ulaştım. üsküdar'da bu kez duyduğum anonsu veriyorum:

trafik polisi : taksiciler, siz şimdi çayınızı için, tostunuzu yiyin, bu araçlarınızı çekmeyin burdan. sonra da ceza makbuzu gelince " ulan ben bu cezayı niye yedim " dersiniz.
:-)))) yurdum insanı, yurdum polisi..

hemen ardısıra meydanda başbakanın banttan bir konuşması çınladı. o biter bitmez de mhp'li bir grubun canlı olarak atışma metni.. o kadar komikti ki.. her yerim sızlayarak vapura bindim. dışarda oturarak serbest anne olark geçirdiğim 2 günün tadını iyice duyumsayarak vapur yolculuğunun ardından superman yüksel'in aracıyla evime döndüm. bu esnada nasıl bir vaicdan azabı başladı; onca gündür ( 1,5 uzuuuuun gün ) oğlumu yabanellere gönderdiğimi, kendimi de arkadaşlarla eğlenceye verdiğimi, kötü bir anne olduğumu, kalpsiz ve de umarsızca davrandığımı, madem o muhteşem naturaya gidecektim oğlumu da yanıma alabilirdim gibi türlü düşüncelere garkoldum. tatilin keyfi, duygusuz ve ilgisiz anne olmanın hegamonyasına yenik düştü. nasıl hislendim, vicdan azabı filan bastı beni. zaten hafta içi çalışıyorum, haftasonu da alıp başımı arkadaşımla tatile gidiyorum, oğlumu da alabilirdim. yuf bana.

eve gittiğimde keremo da dönmüştü " annecim ben daha tek başıma kalacak kadar büyümedim, lütfen beni bırakıp gitme " dedim. sarıldık, öpüştük, öpüştük... annesinin kuzusu. özgürlük güzel olmasına güzel de alışık olmayanda pek tuhaf duruyor canım.

Hiç yorum yok: